19 Şubat 2016 Cuma

EN TEHLİKELİ BİD’AT “İRCA=MÜRCİELİK”

En Tehlikeli Bid’at “İrca/Mürcielik”

Selef alimleri, ircâ bidatına karşı ciddi şekilde uyardılar çünkü o, büyük günahları ve hatta küfrü bile önemsiz bir şeymiş gibi gösteren, Müslümanların dinini sulandıran sapkın bir bidattı. İrcâ aracılığıyla Müslüman kitleler, dini ibadetlerini terk etmeye ve dini işlerinin yerine dünyevi – daha da kötüsü – sapkın işler koymaya başladılar. Dini öğrenmekten bile yüz çevirdiler – sanki muğlak bir farkındalık yetiyormuş gibi – onun yerine sadece dünyevi bilgiye odaklandılar.

Cehalet yavaş yavaş, Fudayl bin İyad’ın (rahimehullah – ölümü Hicri 187) tarif ettiği şu noktaya geldi, “Eğer hak ile batıl, mümin ile kafir, güvenilir ile hain, cahil ile alim arasında ayrım yapmayan insanları göreceğin bir zamana kalırsan nasıl olacaksın? Onlar hayrı hayır, kötülüğü de kötülük olarak bilmeyecekler” [El-İbane el-Kübra].


İbn Battah (rahimehullah – ölümü Hicri 387) Fudayl’ın sözlerini şöyle yorumlamıştır: “Bizler Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. O çağa eriştik, duyduk, çoğunu bildik ve şahit olduk. Eğer Allah’ın salim bir akıl ve derin içgörü ile nimetlendirdiği kişi araştırıp, derinlemesine düşünecek, İslam’ın ve ehlinin durumunu tefekkür edecek olursa – kendisi, en kesin ve hidayet edilmiş yolu izlerken – çoğunluk ve belirgin halk kitlelerinin topukları üzerine gerisin geri döndükleri ve yeniden günaha saplandıkları ona açık olur. Onlar amaçtan saptılar ve hak delilden yüz çevirdiler. İnsanların çoğu, yanlış olarak gördüklerini artık doğru, haram olarak bildiklerini artık helal, kötü olarak gördüklerini artık iyi görür oldular. Bu – Allah sana merhamet etsin – Müslümanların karakterinden, bu dinle ilgili derin kavrayışları olanların hareketlerinden, dine kesin olarak iman edenlerin amellerinden değildir” [El-İbane el-Kübra].

İbn Battah aynı zamanda şöyle demiştir, “Bizim çağımızdaki insanlar kuş sürüleri gibidir. Birbirlerini takip ederler. Eğer bir adam çıkar ve peygamberlik iddia ederse – Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’in peygamberlerin sonuncusu olduğunu bildikleri halde – ya da ilahlık taslarsa, bu davetine taraftar ve destekçi bulabilir” [El-İbane el-Kübra]

Çünkü Ümmet’in başına gelenlerin çoğu bu sapkın bidat nedeniyledir; muvahhid mücahidin bu fenomenle ilgili, özellikle de cihatla alakasına dair bir anlayışı olmalıdır.

ULEMANIN İRCAYA KARŞI ŞİDDETLİ UYARILARI

İrcâ’nın ortaya çıkışını gören Selef, daha işin başında ona karşı uyardı. Onun, dini öğrenme ve uygulamayı terk etmeye sevkedeceğini bilmişlerdi.
Said bin Cübeyr (rahimehullah – ölümü Hicri 95), “Mürcieler Kıble’nin Yahudileridir” [1] dedi. [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

İbrahim en Nehai (rahimehullah – ölümü Hicri 96) şöyle dedi, “Bu Ümmet için Ezarika [Hariciliğin bir kolu] fitnesinden çok Mürcie fitnesinden korkuyorum” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].
Yine şöyle dedi, “İslam ehli için, Ezarika’nın sayısından çok Mürcie’den korkuyorum” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].
Yine şöyle dedi, “Benim görüşüme göre hariciler mürcielerden daha mazurdur” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].
Yine şöyle dedi, “Mürcie, çok ince bir giysiden daha hafifçe dinden çıkmıştır” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].
Yine şöyle dedi, “Mürcie bir görüş icat etti, bu yüzden Ümmet için onlardan korkuyorum. Onlardan gelen kötülük büyük, o yüzden onlardan sakının” [Eş Şerî’ah – El-Acurrî].
Yine şöyle dedi, “Kendi görüşleriyle, Mürcie’den daha aptal insanlar bilmiyorum” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

Mücahid (rahimehullah – ölümü Hicri 104) şöyle dedi, “Mürcie olarak yola çıkıyorlar, sonra Kaderiyye (Kaderi inkar eden) oluyorlar, ardından Mecusi’ye (ateşe tapan) dönüşüyorlar” [El-Lâlikâ’î].

Katade (rahimehullah – ölümü Hicri 118) ve Yahya İbn Ebî Kesîr (rahimehullah – ölümü Hicri 129) şöyle dediler, “Bize göre Ümmet için İrcâ’dan daha çok korkulacak sapkınlık yoktur” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

Muhammed İbn Ali İbn el Hüseyin (rahimehullah – ölümü Hicri 118) şöyle dedi, “Gece ve gündüzde, Yahudilere Mürcieden daha çok benzeyen bir şey yoktur” [El-Lâlikâ’î].

Zühri (rahimehullah – ölümü Hicri 124) şöyle dedi, “İslam’ın gelişinden sonra, onun ehline İrcâ’dan daha zarar verici bir sapkınlık ortaya çıkarılmadı” [Eş-Şerî’ah – El-Acurrî].

Mansur İbn el Mu’tamir (rahimehullah – ölümü Hicri 133) şöyle dedi, “Mürcie ve Rafıziler Allah’ın düşmanıdır” [El-Lâlikâ’î].

Muğira ed-Dabbî (rahimehullah – ölümü 133) şöyle dedi, “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, bu din için günahkardan çok Mürcie’den korkuyorum” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

El-A’meş (rahimehullah – ölümü Hicri 148) şöyle dedi, “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, Mürcie’den daha kötü kimse bilmiyorum” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

Süfyan es-Sevri (rahimehullah – ölümü Hicri 161) şöyle dedi, “İrcâ dini, bidat bir dindir” [EsSünne – El-Hallâl].

Kur’an sayfalarını çevirirken, yine şöyle dedi, “Ona (Kur’an’a) kimse Mürcie’den daha uzak değil” [El-Lâlikâ’î].

Şerik (rahimehullah – ölümü Hicri 177) şöyle dedi, “Mürcie en pis insanlardır. Rafıziler yeterince pisti ama Mürcie Allah’ı yalanlıyor” [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

İbnul-Mübârek’e (rahimehullah – ölümü Hicri 181) “Önce kim ortaya çıkacak, Deccal mı, Dabbe mi?” diye sordular. Şöyle yanıt verdi, “Buhara’ya kadı olarak atanan Cehmî falanca, Müslümanlar için Dabbe’nin ya da Deccal’ın çıkmasından daha şiddetlidir!” Kadı Mürcielerin aşırılarındandı [Es Sünne – Abdullah ibn el İmam Ahmed].

En-Nadr Bin Şumeyl’e (rahimehullah – ölümü Hicri 204) İrcâ’dan sorulduğunda şöyle yanıt verdi, “O, kralların arzularıyla uygun düşen bir dindir, ki o dinle Mürcie kralların dünyasından bir kısmını elde eder, kendi dinlerinden birazını da kaybeder” [El Bidaye ven-Nihaye].[2]

Eğer Selef İrcâ’ya karşı bu kadar şiddetle uyardıysa, bu bidat nasıl olur da Müslümanlar tarafından bu kadar fena şekilde görmezden gelinebilir?

İRCANIN KÖKENİ VE ANLAMI

İrcâ Haricilerin sapkınlıklarına karşı bir tepkiydi. Mürcie, Sünneti uygulamadan, kendilerini Haricilerden uzaklaştırmaya çalıştı; böyle yaparak kendi mezheplerini icat ettiler. Bu en iyi şekilde, Selef alimi Said bin Cübeyr (rahimehullah) tarafından açıklanmıştır ki o şöyle der, “Mürcie örneği Sabiîler gibidir. Yahudilere gittiler ve ‘Sizin dininiz ne?’ diye sordular. Onlar ‘Yahudilik’ diye cevap verdiler. Sonra, ‘Kitabınız ne?’ diye sordular. Onlar, ‘Tevrat’ diye yanıtladılar. ‘Peygamberiniz kim?’ diye sordular, ‘Musa’ diye cevapladılar. Sonra, ‘Sizin peşinizden gelenlere ne vardır?’ diye sordular. Onlar ‘Cennet’ dediler. Sonra Hıristiyanlara gittiler ve onlara ‘Dininiz ne?’ diye sordular. Onlar ‘Hıristiyanlık’ diye cevap verdi. ‘Kitabınız ne?’ diye sordular. Onlar ‘İncil’ diye cevap verdi. ‘Peygamberiniz kim?’ diye sordular. Onlar ‘İsa’ dedi. ‘Sizi takip edenler için ne var?’ dediler, onlar da ‘Cennet’ diye cevap verdi. Sonra onlar, ‘Biz bu iki dinin arasındayız’ diye açıkladılar” [El-Lâlikâ’î].

Mürcie, Müslüman olmak için bütün farzların yerine getirilmesi ve bütün günahların terk edilmesini gerekli gören Haricilere, kendi bidatlarıyla cevap vererek karşı koydu; onlar da bütün farzların terkinin ve günahlar işlemenin, kişi İslam’ın şartlarını terk etse bile imanını etkilemeyeceğini iddia ettiler. Ameli, imanın aslının dışına çıkardılar, dolayısıyla ameli imanın tanımının ötesine ertelediler. Bu ircâ kelimesinin dilsel manasının köküdür; ircâ “mühlet vermek” demektir.

Onların bu bidatının çok sayıda özelliği, belirtisi ve uygulamada sonuçları vardır – bazıları konu edilecek – ancak ilkin, bazı alimlerin ve davetçilerin, Selef’in ‘iman’ tanımını üstünkörü kabul etmelerinin, onların ircâ’dan kurtuldukları anlamına gelmediğinin farkına varmak önemli. Bu, çağdaş “Selefi” saray alimlerinin, insanların koyduğu beşeri kanunlarla yönetmek ve Müslümanlara karşı kafirlerin yanında yer almanın büyük küfür olduğunu söyledikleri açıklamalarına rağmen, bu teorik hükümlerin uygulamadaki sonuçlarını Suudi rejimine tatbik etmediklerini gördüğünde kişiye daha da açık hale gelir.

Aksine onlar, efendilerinin küfrünü haklı çıkarmak ve bir kaçış değişikliği yapmak için Selefin ve alimlerin açıklamalarını çarpıtırlar. Benzer şekilde, bu çağda hadis alanında uzmanlaşmış ve Selefin iman tanımını kelimesi kelimesine tekrar ederek, “İman ikrar ve ameldir; artar ve eksilir” diyen bazı kişiler vardı. Ancak onlar, açıkça bu tanımın gerektirdiklerine ters düştüler zira, eğer bir Müslüman tümüyle namaz, zekat, oruç ve haccı terk ederse, Allah ile alay ederken, sonunda cennete girebilecek bir Müslüman olabileceğini iddia ettiler. Bu nedenle İslam’ı, -gerçekliği olmayan- sadece bir iddia haline getirdiler.

SELEFİN İRCA TANIMI

Asıl Mürcie, ameli imanın tanımının dışına çıkardı, özünde sadece kalbin tasdiki ile dilin ikrarını bıraktı. Dilin ikrarından kasıt; “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abdûhu ve rasûluh”. Onlar ayrıca imanın artıp eksilmediğini iddia etti. Onların iman anlayışının bir takım etkileri, sonuçları ve değişiklikleri var. En önemlilerinden bazıları şöyle ki; farzların tümüyle terk edilmesi kişinin imanını etkilemez, bir olgu olarak münafıklık yoktur ve dinin meşhur ve iyi bilinen – gereklilik olarak her Müslüman tarafından bilinen – meselelerinde cehalet önemsizdir.

MÜRCİEYE GÖRE İTAAT GEREKSİZDİR

Mürcie, azaların Allah’a itaatinin imanın esasından olmadığını iddia ederek Ehli Sünnet’e ters düştü.
Süfyan İbn Uyeyne’ye (rahimehullah – ölümü Hicri 199) İrcâ hakkında sorulduğunda şu yanıtı verdi, “Mürcie, imanın söz olduğunu söyler. Bizler ise imanın sözler ve ameller olduğunu söyleriz. Mürcie, kalben farzları*[3] terk etmeye azmederken Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik eden kişiye cenneti lütfetmiştir. Farzları terk etmenin, diğer herhangi bir günah gibi olduğunu iddia etmişlerdir, oysa bunlar birbirine denk değildir çünkü helal kabul etmeden günah işlemek sadece günahtır; farzları cehalet ya da özür olmadan bilinçli olarak terk etmekse küfürdür.

Bunu netleştiren Adem aleyhisselam, İblis ve Yahudi rabbilerin meselesidir. Adem’e gelince; Allah Azze ve Celle ona ağaçtan yemesini yasaklamıştır ve bunu ona haram kılmıştır, ancak o bilinçli olarak bir melek ya da ölümsüz olmak için ondan yemiştir, bunun üzerine, küfür olmadan, asi olarak adlandırılmıştır. İblis’e (Allah ona lanet etsin) gelince; Allah ona tek bir secdeyi zorunlu kılmış ancak o bilinçli olarak reddetmiştir, böylece kafir olarak adlandırılmıştır. Yahudi rabbilere gelince, onlar Nebi sallallahu aleyhi vesellem’in tarifini ve onun bir nebi ve rasul olduğunu, kendi çocuklarını bildikleri gibi biliyorlardı, bunu kendi dilleriyle onayladılar ancak onun şeriatını izlemediler. Böylece Allah Azze ve Celle onları kafirler olarak adlandırdı. Öyleyse yasakları ihlal etmek Adem aleyhisselamın ve diğer peygamberlerin günahı gibidir. Farzları reddederek terk edene gelince, bu İblis’in (Allah ona lanet etsin) küfrü gibi küfürdür. Farzları, farkında olarak ancak reddetme olmaksızın terk etmeye gelince, bu da Yahudi rabbilerin küfrü gibi bir küfürdür. En doğrusunu Allah bilir” [El-Sünne – Abdullah İbn el İmam Ahmed].

El Humeydi (rahimehullah – ölümü Hicri 219) şöyle dedi, “Bana, ‘Kim namazı, zekatı, orucu ve haccı doğrularsa ancak bunlardan hiç birini yapmazsa ve bununla birlikte son nefesine kadar dua ederse, o halde bu kişi bu farzları inkar etmediği sürece, farzları reddetmemesinin imanını koruduğunu biliyorsa, farzları ve kıblenin yönünü de doğruluyorsa mümindir’ diyen insanlardan bahsedildi. Şöyle dedim: ‘Bu açık küfürdür ve Allah’ın kitabına, Rasulü’nün sünnetine ve Müslümanların alimlerine zıttır. Allah Teâla şöyle buyurdu, {Oysa onlar, dini yalnızca O’na halis kılan hanifler olarak sadece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru din budur} [Beyyine:5]” [El-Lâlikâ’î]. İmam Ahmed ayrıca şu yorumda bulunmuştur, “Bunu söyleyen, Allah’ı inkar etmiş, O’nun emrini ve Rasulün getirdiğini reddetmiştir”[ El-Lâlikâ’î].

İshak İbn Rehaveyh (rahimehullah – ölümü Hicri 238) şöyle dedi, “Mürcie, bazılarının ‘Her kim farz olduklarını inkar etmeden farz namazları, Ramazan orucunu, zekatı ve haccı terk ederse onu tekfir etmiyoruz, onun meselesi, sonrasında Allah’a kalmıştır. Çünkü o bu farzları kabul etmektedir’ diyecek noktaya geldikleri bir aşırığılın içine düşmüştür. Bunlar haklarında şüphe olmayan Mürcielerdir” [Mesê’il el İmam Ahmed ve İshak İbn Rehaveyh].

Selef aynı şekilde şu ayetleri de delil olarak kullanmıştır: {Haram aylar çıktıktan sonra müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutun, hapsedin ve bütün gözetleme yerlerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekat verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah bağışlayıcı, rahmet edicidir}[Tevbe: 5] ve {Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekatı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler. Bilen bir topluluk için ayetleri etraflıca açıklıyoruz}[Tevbe: 11]. Bu ayetler, müşriklerin namaz kılmaları ve zekat vermelerinin şirkten tevbe etmelerinin kabul edilmesinin koşulları olduğunu göstermektedir.

Alimler ayrıca, Rasul sallallahu aleyhi vesellem’den – ona itaati tümüyle terk ederek – yüz çevirmenin küfür olduğuna işaret eden tüm ayetleri de delil olarak kullanmıştır. {De ki: “Allah’a ve elçisine itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez} [Âli İmran: 32].*[4]
Onlar, Buhari ve Müslim’in Ömer ve Ebu Hureyre’den radiyallahu anhuma rivayet ettikleri hadisi de delil olarak göstermişlerdir. Bu hadiste Cibril aleyhisselam Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e, “Ey Muhammed, bana İslam’dan haber ver” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “İslam, Allah’tan başka hak ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman ve Beyt’i –oraya yol bulabildiğin takdirde– haccetmendir.” Başka bir rivayette Cibril ona, “Eğer böyle yaparsam Müslüman mıyım?” diye sormuş, o da “evet” diye cevaplamıştır. [Sahih: İbn Mende’den rivayetle].
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in şu hadisini de delil olarak kullanırlar; “İnsanlarla Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şehadet edinceye ve namaz kılıp zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıklarında benden canlarını ve mallarını korurlar. Fakat İslam’ın hakkı müstesnadır. Hesapları ise Allah’a aittir” [Buhari ve Müslim].
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’in, şu hadisini de delil olarak kullanırlar; “Kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir, kestiğimiz hayvanın etini yerse o Allah’ın ve Rasulü’nün güvencesi altındaki Müslüman’dır” [Buhari, Enes’ten rivayet etmiştir].

Onlar ayrıca, namazı terk etmeyi dinden çıkmak olarak değerlendiren Sahabe’nin icmasını ve yine zekatı vermeyen aşiretlerin mürted olduğunu söyleyen Sahabe’nin icmasını da delil olarak kullandılar. İkincisi; alkol, mahremle zina ve faizin yasaklanması gibi kesin ve bilinen şer’i hükümlere zorla direnen kesimlerin küfrünü kanıtlayan delildir.

El Mervezî (rahimehullah – ölümü Hicri 294) şöyle dedi, “Sonrasında bize Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’den nakledilen; ‘namazı terk edenin küfrünü, dinden çıktığını ve namaz kılmaya karşı koyanı öldürmenin meşru olduğunu’ ilan eden rivayetlerden bahsettik. Aynı şekilde bize Sahabe’den radiyallahu anhum benzer rivayetler ulaşmıştır. Bize, bunun aksine hiçbir şey ulaşmamıştır” [Ta’zim Qadr es Salâh].

El Fudayl İbn İyad (rahimehullah – ölümü Hicri 187) şöyle dedi, “Allah şöyle buyurdu, {O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye Nuh’a buyurduğunu, sana vahyettiğimizi ve İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya buyurduğumuzu sizin için de şeriat kıldı} [Şûrâ: 13].

Öyleyse din; Allah’ın tarif ettiği ve nebiler ile rasullerine dini ayakta tutmaları için emrettiği şekliyle, (imanın) amel vasıtasıyla tasdik edilmesidir. Onda ayrılığa düşmek ameli terk etmek ve söz ile ameli ayırmaktır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu, {Eğer tevbe eder, namazı kılar ve zekatı verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler. Bilen bir topluluk için ayetleri etraflıca açıklıyoruz} [Tevbe: 11]. Böylece Allah, şirkten tevbe etmenin, namazın kılınması ve zekatın verilmesi yoluyla, hem söz hem de amelde olmasını buyurmuştur. Rey ehli (yanlış görüşler) şöyle demiştir, ‘Namaz, zekat ya da diğer farzlardan herhangi biri imandan değildir.’ Allah’a karşı yalan söyleyerek, O’nun kitabına ve Rasulü’nün sünnetine karşı çıkarak bunu yapmışlardır. Eğer söyledikleri doğru olmuş olsaydı, Ebu Bekir mürtedlerle savaşmazdı” [Es-Sünne – Abdullah İbn el-İmam Ahmed]. 

Kasım İbn Selam (rahimehullah – ölümü Hicri 224) şöyle dedi, “Eğer onu tasdik ettikten sonra zekat vermeye direnirlerse, bunu dilleriyle teklif ederlerse, namazı kılmak ancak sadece zekata direnmek, bu karşı çıkış – bunu kabul etmeleri ve namazları da dahil – kendisinden önceki her şeyi iptal eder, tıpkı öncesinde namaz kılmayı reddetmelerinin, onu tasdik etmelerini boşa çıkarması gibi.

Bunu ispatlayan, Ebu Bekir es Sıddîk’ın radiyallahu anh buyruğu altındaki muhacirler ve ensar ile zekat vermeye direnen Araplara karşı yaptığı cihattır. Onun cihadı tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in şirk ehline karşı yaptığı cihat gibidir; iki cihat arasında kan akıtılması, ailelerin esir alınması ve mallarının ele geçirilmesi hususlarında bir fark yoktur. Ve onlar sadece, onu reddetmeden zekata (vermeye) direnmişlerdi” [El İman].

İbn Ebî Asım (rahimehullah – ölümü Hicri 287) şöyle dedi, “Benim görüşüme göre Ebu Bekir es Sıddîk, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’den sonra Sahabe arasından en bilgili, en faziletli, en zahid, en cesur ve en cömertleridir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in ashabı onunla, ridde ehli ile ilgili olarak, mürtedlerden dinin bir kısmını kabul etmesi için tartışmaları, ancak Ebu Bekir’in onlardan ‘Allah’ın onlara farz kıldıklarının tümünden daha az hiçbir şeyi’ kabul etmeyeceğini, aksi halde onlarla savaşacağını söylemesi bunun delilindendir. Onların ayetlerden bazılarıyla ilgili küfür işlemelerinin, kanlarını helal kıldığını görmüş, böylece onlarla savaşmaya karar vermiştir. Ve bunu hak olarak bilmiştir” [Es-Sünne]. 

Ebî Asım’ın bahsettiği ilk tartışmanın ardından Sahabe görüş birliğine varmıştır. Ömer radiyallahu anh şöyle demiştir, “Vallahi, Allah Azze ve Celle’nin Ebu Bekir’in kalbini savaşa açtığını görür görmez, onun hak üzere olduğunu anladım” [Buhari ve Müslim].

Süleyman Âl eş-Şeyh (rahimehullah) şöyle dedi, “Şeyhulislam İbn Teymiyye’ye, iki şehadete (kelime-i şehadet) bağlı olduklarını ve İslam’ın temellerini takip ettiklerini iddia etmelerine rağmen Tatarlarla savaşmak hakkında sorulduğunda şunları söyledi, ‘Bu halktan ya da diğerlerinden, İslam’ın açık ve kesin kanunlarına karşı koyan her kesim ile; bunlar iki şehadet kelimesini söyleseler ve kanunlarından bazılarına riayet etseler de, onun kanunlarına boyun eğmelerine kadar savaşmak vaciptir, tıpkı Ebu Bekir ve Sahabe’nin radiyallahu anhuma, zekat vermeye direnenlerle savaştıkları gibi. Onların ardından gelen fukahâ bunun üzerinde görüş birliğine varmıştır.’ Daha sonra şöyle dedi, ‘Öyleyse bazı farz namazlara, oruca, hacca karşı direnen, ya da kan dökülmesi, malı yağmalama, alkol, kumar, ensestin yasaklanmasına uymaya karşı direnen ya da kafirlere karşı cihada, Ehli Kitap’tan cizye alınmasına direnen ya da cahil olmakla veya terk etmekte kimsenin özrü olmadığı, bireyin onu inkar etmekle küfre düştüğü hükümlere; farzlardan her hangi başka bir şey ile dinin yasaklarına uymaya karşı direnen kesimlerle, onları (hükümleri) kabul etseler de bu hükümler için savaşılır. Bu; alimler arasında ihtilaf olduğunu bilmediğim bir şeydir.’ O şöyle dedi, ‘Onlar – en basiretli alimlere göre – bugatlarla aynı seviyede değildir. Aksine onlar zekat vermeye karşı çıkanların seviyesinde İslam’dan çıkmışlardır.’… Öyleyse eğer bir kişi, dinin bütün kanunlarına bağlı olsa ancak kumar, faiz ya da zinanın[5] yasaklanmasına dirense, bu kişi kendisiyle savaşılması vacip olan bir kafirdir. Hele bir de Allah’a şirk koşan ve dini samimiyetle Allah’a has kılmaya; Allah yanında tapılan her şeyden beraat etmeye ve onları inkar etmeye çağrılan kişinin durumu; ancak o kibirle reddeder ve kafirlerdendir” [Teysir el-Aziz el-Hamid].

Şeyhulislam İbni Teymiyye (rahimehullah) yine şöyle dedi, “Sahabe şöyle demedi, ‘Bunun vacip olduğunu kabul ediyor musun yoksa bunun hükmünü red mi ediyorsun?’ Hulefa ya da Sahabe’den bu bilinmedi. Aksine es Sıddîk Ömer’e radiyallahu anhuma, ‘Vallahi! Eğer onlar Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’e verdikleri kısa bir ipi bana vermeye direnirlerse, bu direnişleri yüzünden onlarla savaşırım’ dedi. Böylece, onların ‘zekatı ödemeye’ gösterdikleri direnci onlarla savaşmanın meşruluğuna esas kılmıştır; bunun ‘vacip olmasını inkar etmelerini’ değil! Onlardan bir kısmının , onun farz olduğunu kabul ettiği ancak ödemekte cimrilik ettikleri söylenmişti, lakin buna rağmen Hulefa onlara hep aynı şekilde muamele etti; savaşçıları öldürüldü, aileleri esir alındı, malları ganimet olarak alındı ve savaşçılarının cehennem ateşinde olduklarına şehadet ettiler.Ve bunlar ehli ridde olarak adlandırıldılar” [El Kelimêt en Nêfi’ah – Abdullah İbn Muhammed İbn Abdilvehhâb]. 

Sonuç olarak, eğer namazın terki mürtedlik ise hele tevhidi büyük şirk ile geçersiz kılmak nasıldır! Benzer şekilde, eğer zekata kuvvetle direnmek küfürse, hele bir de putperest demokrasi dinine ve onun yolunda savaşmaya davet etmek!

MÜRCİE’YE GÖRE CEHALETİN FAZİLETİ

Mürcie’den bazılarına göre, çok yaygın ve iyi bilinen bir bilgi olsa bile, temel bilgi imanın gerekli parçası değildir.

İrcâ ile suçlanan birine Mescid-i Haram’da, şunları söyleyen bir adamın mümin olup olmadığı soruldu: “Kabe’nin hak olduğunu biliyorum ve o Allah Azze ve Celle’nin evidir ancak o bu mu yoksa değil mi bilmiyorum? [Başka bir rivayette: Onun bu Mekke’deki mi yoksa Horasan’daki mi olduğunu bilmiyorum].” O (mürcie), “O, mümindir” diye cevapladı. [Süfyan es Sevri şöyle dedi, “Şehadet ederim ki o, el Haram’da dikilenin Kabe olduğunu bilene kadar Allah katında kafirlerdendir.”] Daha sonra ona, şunları söyleyenin mümin olup olmadığı soruldu, “Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in hak olduğunu biliyorum ve o rasuldür [Başka bir rivayette: Muhammed İbn Abdillah’ın peygamber olduğuna şehadet ederim] ancak onun Kureyş’ten olan Medine’deki kişi mi yoksa başka bir Muhammed mi olduğunu bilmiyorum [başka bir rivayette: ya da Horasan’daki başka biri mi?] [başka bir rivayette: ama onun, mezarı Medine’de olan kişi olup olmadığını bilmiyorum].” O yine, “O, mümindir” diye cevap verdi. [Süfyan es Sevri şöyle dedi, “Onun Allah katında, kafirlerden olduğuna şehadet ederim.”] [Abdullah İbn el-İmam Ahmed, el-Hallâl ve el-Lâlikâ’î tarafından rivayet edilmiştir]. Hem El Humeydi hem de İmam Ahmed bu rivayet hakkında şu yorumu yapmıştır, “Kim bunu söylerse küfür işlemiştir” [El- Lâlikâ’î]. Cevap veren kişiye, bu cevapları nedeniyle tevbe ettirildiği de bildirilmiştir [ElLâlikâ’î].[6]

Cehaletten kaynaklanan özürle (cehalet özrü)[7]  ilgili bu abartılı anlayış, imanın artıp eksilmediği, sadece kalbin tasdiki ve dilin ikrarı olduğu (imanın sadece kalben ve sözlerle kabul olduğu) yönündeki yanlış anlayıştan kaynaklanıyor. Bu inancı taşıyanlar, insanların değişik farkındalık, bilgi ve kabul seviyeleri olduğu; bu değişikliğin imanın artıp eksildiğine delalet ettiği gerçeğiyle karşı karşıya kaldılar.[8] Bunun üzerine Mürcie’den bazıları imanın, Allah ve O’nun Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’in – kalp ve dille – belirsiz bir kabulü olduğu, detayı olmadığı cevabını verdiler. Bu nedenle eğer bir kişi Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğunu “kabul etse” ancak o ve dini hakkında hiçbir şey bilmese bile bir mümin sayılabilirdi; bu bilgi çok yaygın, iyi bilinen ve kolayca öğrenilip ulaşılabilen bir bilgi olsa da; o kişinin bu gerekli ve temel bilgiyi öğrenmeye yeterince zamanı ve fırsatı olmuş olsa da!

Her konuyu, her koşulu ve her bireyi kapsayan bu abartılı cehalet özrü anlayışı, cehaletten kaynaklanan özrü ‘yükümlülüğün yerine getirilmemesi zannı’ haline getirdi. Bu nedenle kişinin dininin temellerini öğrenmesindense cahil kalması daha iyi olmuş oluyor! Eş Şafî (rahimehullah) şöyle dedi, “Eğer cahil kişi, cehaletinden dolayı mazur görülseydi cehalet ilimden hayırlı olurdu zira cehalet onu sorumluluğun yüklerinden kurtarır, kalbini de çeşitli cezalardan ötürü rahatlatır. Bu nedenle, (delilin) sunulması ve ona ulaşma yetisinin ardından, kul için cehaletiyle ilgili olarak özür yoktur, {Öyle ki elçilerden sonra insanların Allah’a karşı (savunacak) delilleri olmasın} [Nisa: 165]” [El Mensur Fil Kavaid].

Eş Şafî, “aklı yerinde hiç kimsenin günlük beş vakit namaz, Allah’ın insanlara Ramazan orucunu farz kıldığı, güç yetirebilirlerse haccedilmesi, malın zekatının verilmesi ve yine Allah’ın insanlara faizi, adam öldürmeyi, hırsızlığı, alkolü yasakladığı ve kulların anlamak, öğrenmek, kendilerinden ve mallarından vermek için sorumlu tutuldukları meseleler, Allah’ın onlara yasakladığı hususları yapmamaları gibi meselelerde cehaletinden dolayı mazur görülmeyeceği” yönünde umum bir bilgi olduğunu açıklar. Bu bilgi tümüyle Allah’ın kitabında açıkça bulunmaktadır ve İslam ehli arasında yaygındır. Onların avamı bunu kendilerinden önce gelen Müslümanların avamından aktarır. Onu, Rasulullah’tan naklederler. Onun rivayeti ya da üzerlerine farz olup olmadığı konusunda ihtilafa düşmezler. Bu umum bilgi yanlış yollarla aktarılamaz ve yanlış yorumlanamaz, onunla ilgili anlaşmazlık mümkün değildir” [Er-Risale].

Eş Şafî’nin sözleri, İslam’ın belli kanunlarını kapsamaktadır, öyleyse hele tevhidin kesin vucubiyeti ne kadar aşikardır?

El Barbahari (rahimehullah – ölümü Hicri 329) şöyle demiştir, “Ömer İbnul Hattab (radiyallahu anh) şöyle dedi, ‘Onun hidayet olduğunu düşünürken dalalete düşen kişi ya da onun dalalet olduğunu düşünerek hidayeti terk eden kişi için özür yoktur; çünkü artık meseleler açık olmuştur, hüccet kesin bir şekilde ikame edilmiş ve özür sona ermiştir’” [Şerhus-Sünne].

Alimler, bir kişi cahilce Tevhid ve İman’ın temellerini iptal ederken, fıtrata ve Kur’an’a ters düşerken Müslüman sayılamayacağını kanıtlamak için çok sayıda ayetten bahsederler. {Kimine hidayet verdi, kimi de sapıklığı haketti. Çünkü bunlar, Allah’ı bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar} [A’raf: 30]. {De ki: ‘Ameller bakımından en çok ziyana uğrayacakları size haber verelim mi? Bunlar, hayırlı işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları, emekleri boşa giden kimselerdir. Onlardır ki, Rablerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar etmişlerdir.

O sebeple amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onlar için bir tartı tutmayacağız} [Kehf: 103-105]. {Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver ki Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur}[Tevbe: 6]. [Kitap ehlinden ve ortak koşanlardan inkarcılar, kendilerine apaçık bir belge, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir elçi gelene kadar dinlerinden vazgeçecek değillerdi} [Beyyine: 1-3]. {İnsanlardan öyleleri vardır ki: “Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azab vardır. Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz” derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler. Ve (yine) kendilerine: “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” denildiğinde: “Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim?” derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük akıllılar kendileridir; ama bilmezler.}[Bakara: 8-13]. {Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider} [Hucurat: 2].[9]

Bu nedenle, İslam iddiasında bulunan kişinin, şehadetiyle ilgili – La ilahe illallah Muhammeden Rasulullah – onun anlamı ve gerektirdikleri (tevhidi uygulayarak Allah’a karşı ihlaslı olma ve Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’i takip ederek O’na itaat etmek) ile ilgili cehaletten kaynaklanan özrü yoktur.[10]  

Geri kalan diğer şartlara gelince, yeni bir Müslüman bunların bazıları hakkında cahil olabilir ancak bu durum sadece geçici olarak özür sayılır, çünkü cehaletini gidermek için bilgiyi araması ona zorunlu kılınmıştır. Zira alimler İslam’dan çıkaran maddeler arasında “Öğrenmeyerek ve onunla amel etmeyerek Allah Teâla’nın dininden yüz çevirmeyi” saymıştır. Delili Allah Teâla’nın şu kavlidir, {Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatıldığı halde onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz elbette mücrimlerden intikam alanlarız} [Secde: 22]” [Nevâkidu’l-İslam – İmam Muhammed İbn Abdilvehhab].

İmam Muhammed İbn Abdilvehhab (rahimehullah) yine şöyle demiştir, “Sizin bu tağutların ve onlara tabi olanların durumları hakkında ve onlara hüccetin ikame edilip edilmediği hakkında sormanız ne tuhaftır! Size bunu defalarca açıklamamdan sonra nasıl bunda şüphe edersiniz? Zira hüccet kaim olmamış insan yeni İslam’a giren ve uzak bir göçebe toprağında yetişen kişidir veya mesele kapalı olduğunda söz konusudur… Bu insanlar kendilerine mesele anlatılmadan tekfir edilmez. Fakat Allah’ın kitabında beyan ettiği ve açıkladığı dinin esaslarına gelince, Allah’ın hücceti Kuran’dır. Dolayısıyla kime Kuran ulaşmışsa ona hüccet ulaşmıştır” [Er-Resail eş-Şahsiyye].

MÜRCİE’YE GÖRE MÜNAFIKLIK YOKTUR

Mürcielerden bazılarının görüşlerine göre münafıklık, büyük haliyle de küçük haliyle de bulunmamaktadır.

Süfyan es-Sevri (rahimehullah) şöyle dedi, “Bizim ve Mürcie’nin arasındaki fark üç meseledir. Biz imanın söz ve amel olduğunu söyleriz, onlarsa amel olmadan sadece sözler olduğunu söylerler. Biz imanın arttığını ve eksildiğini söyleriz, onlarsa ne arttığını ne eksildiğini söyler. Bizler münafıklığın var olduğunu söyleriz onlarsa yok olduğunu söyler” [Sıfat en-Nifak – el-Firyâbî].

Hasan el Basri’ye (rahimehullah – ölümü Hicri 110) nifakın olmadığını söyleyen ve münafıklıktan korkmayan insanlardan bahsedildi. O şöyle dedi, “Vallahi nifaktan beri olduğumu bilmek bana, dünya dolusu altına sahip olmaktan daha sevimli olurdu” [Es-Sünne – el Hallâl]. Yine şöyle dedi, “Nifaktan korkmayan bir mümin hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Kendini nifaktan emin kılmayan bir münafık hiçbir zaman olmadı ve olmayacak da! Kendisi için nifaktan korkmayan kişi münafıktır” [Sıfat en-Nifak – elFiryâbî].

Mürcielerden biri Eyyüb es-Sahtiyani’nin (rahimehullah – ölümü Hicri 131) önünde şöyle dedi, “Sadece küfür ve iman vardır,” münafıklığın olmadığını ima ediyordu. Eyyüb ona şunu söyledi, “Git ve Kur’an’ı oku! Münafıklıktan bahseden her ayet; onların bana uygun düşmesinden korkuyorum!” [El-İbane el-Kübra – İbn Batta].

Huzeyfe İbn el Yeman radiyallahu anhuma gelecekte ortaya çıkacak mezhepler hakkında uyardı. Şöyle dedi, “Birisi, ‘Bizler Allah’a iman edenleriz ve inancımız meleklerinki,gibidir. Aramızda kafir ve münafık yoktur’ diyecek. Allah Azze ve Celle’nin onları Deccal ile haşretmesi uygun düşer” [El-Sünne – el-Hallâl].

İbn Mesud radiyallahu anh şöyle dedi, “Aramızda ne kafir ne de münafık var’ diyorlar. Allah onların ayaklarını kırsın” [El-İbane el-Kübra – İbn Batta].

İmam Ahmed (rahimehullah) Mürcie’nin inkar ettiği konular arasında, münafıkların tanımını da saymıştır ve şöyle demiştir, “Dikkat edin, Mürcie sizi din meselesinden kaydırmasın” [El-Sünne – el-Hallâl].

Mürcie münafıklığın reddini iki değişik yolla yapmıştır. Bir mezhep – Kerramiyye mezhebi – imanın; kalpte büyük nifak olsa bile sadece dilinikrarı olduğunu iddia etmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem döneminde yaşayan münafıkları mümin olarak sınıflandırmışlar, ancak bu ‘müminlerin’ cehenneme gideceğine inanmışlardır. Başka bir mezhep imanın artıp eksilmediğini iddia etmiştir. Bu iddia küçük nifakın reddedilmesini gerektirdi çünkü bir kişide bunun bulunması imanın azalmasını icap ettiriyordu. Ancak münafıklığın varlığı – hem büyük hem küçük nifak – Kur’an ve Sünnet tarafından açıklık kazandırılan en bariz konulardandır. Münafikun ve Tevbe surelerine ek olarak, bu kavramı açıklayan çok sayıda ayet ve hadis bulunmaktadır.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu, “Münafığın misali iki koyun (sürüsü) arasında bir defa şuna bir defa da buna gidip gelen şaşkın ve tereddütlü koyunun benzeridir” [Müslim İbn Ömer’den rivayet etmiştir]. Başka bir rivayette şu söz vardır, “Hangi sürüyü takip edeceğini bilemez” [Sahih: Nesai İbn Ömer’den rivayet etmiştir]. Bu hadis, münafığın küfür ve iman arasındaki gri bölgede dolaşıp durduğunu göstermektedir. O sallallahu aleyhi vesellem yine şöyle söylemiştir, “Ümmetimin münafıklarının çoğunluğu kurralardır” [Hasen: İmam Ahmed Abdullah İbn Amr’dan rivayet etmiştir].

Buhari (rahimehullah) bu münafık kurralar içinde, “Allah’ın sıfatlarını iptal eden kurralar, Cehmiyye, sapkın heva ehli ve diğer bazılarının” bulunduğunu söyledi [Halk Ef’âl el-İbâd]. Kurra terimi Sahabe zamanındaki alimler için kullanılırdı, zira alimler en çok Kur’an okumaları, ezberlemeleri ve onu anlamalarıyla meşhurdular, hadiste dendiği gibi, “Genç olsun yaşlı olsun âlimler (Kurrâ) Ömer’in danışma meclisinin üyeleriydiler” [Sahih Buhari].

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu, Bu dili alim olan münafıklar, başka bir hadiste bahsedilen saptırıcı alimlerdir. Ebu Zer radiyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ile yürürken onun üç kere, “Ümmetim için Deccal’dan daha çok korktuğum bir şey var” dediğini rivayet etti. Ebu Zer, “Ümmetin için Deccal’den daha çok korktuğun bu şey nedir?” diye sordu. Rasullullah, “Saptırıcı imamlar” diye cevapladı. [Sahih: İmam Ahmed Ebu Zer’den rivayet etmiştir].

Bidat ehli, gerçek münafık ve kafir olan bir çoğuna ek olarak, küçük nifakın – ki bu büyük günahtır – pek çok özelliğini taşımaktadır. Bu, bidatın kökeninin küfür olması sebebiyledir ve bu küfüre açılan bir kapıdır. Şeyhülislam İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle demiştir, “Bidatlar küfürden kaynaklanmıştır, zira küfrün şubelerinden bir şube olmasını icap ettirmeyen hiçbir bidat görüş yoktur” [Minhacu’s Sünne]. 

Bidat ayrıca, saf İslam ve açık küfür arasında bir vaziyettir… münafıklığın başka bir gri bölgesi.

El Fudayl İbn İyad (rahimehullah) şöyle dedi, “Ehli Sünnet’ten birini gördüğümde, bu sanki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in sahabesinden birini görmek gibi; ve bidat ehlinden birini gördüğümde, bu da sanki münafıklardan birini görmüşüm gibi” [Şerh es-Sünne – el-Barbahari]. Yine şöyle söyledi, “Münafıklığın alameti, kişinin gidip bidat ehliyle oturmasıdır” [El-İbane el-Kübra – İbn Batta]. 

Ebu Kilabe (rahimehullah – ölümü Hicri 104) dedi ki; “Nifak dışında, bidat ehlininki gibi bir örneğe rastlamadım, zira Allah nifaktan çelişkili sözler ve çelişkili ameller olarak bahsetmiştir” [Es-Sünne – el-Hallâl].

İbn Teymiyye (rahimehullah) yine şöyle dedi, “Bidat ehli güç kazandığında, müminleri öldürmeyi ve onları tekfir etmeyi helal görmeleri açısından kafirlere benzerler; Hariciler, Rafiziler, Mutezile, Cehmiyye ve onların kollarının yaptığı gibi. Hariciler ve Zeydiyye gibi, bazıları güçlü bir grup olduğunda savaşırlar. Diğerleri, muhaliflerinden olan kişileri, ya otoritelerini kullanarak ya da kandırarak öldürmeye çalışırlar. Güçsüz olduklarında ise münafıklara benzerler. Münafıkların durumu gibi, kandırma ve nifakı kullanırlar. Bu, bidatların küfürden kaynaklanması sebebiyledir, çünkü müşrikler ve Ehli Kitap güç sahibi olduğunda, müminlere karşı savaşırlar; güçsüz olduklarındaysa onlara münafıkça davranırlar” [El-Fetava el-Kübra].

Bu nedenle, Sellâm İbn Ebî Mutî (rahimehullah – ölümü Hicri 173), Selef alimi Eyyüb’ün [es-Sahtiyani] bütün bidat ehlini hariciler olarak sınıflandırdığını ve “Hariciler isimde farklılık gösterir ancak kılıçta aynı fikirdedirler” dediğini söylemiştir.

Eğer silaha davranırlarsa bidat ehliyle savaşmanın hükmü iyi bilinen bir husustur. Bu, Haricilere karşı savaşan dördüncü raşid halife Ali İbn Ebi Talib’in (radiyallahu anh) sünnetidir. O, kalpleri bidat ve nifak ile hastalanmış bu İslam iddiacılarına karşı Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in sünnetini uygulamıştır.

Haricilerin kurucusu (Zu’l Huveysira) Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e “Adil ol ey Muhammed!” dedi. Bunun üzerine Ömer ibnul Hattab radiyallahu anh “Ey Allah’ın Rasulü, bırak da şu münafığı öldüreyim” dedi. O, “Halkın, arkadaşlarımı öldürdüğümü söylemesinden Allah’a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur’an okurlar (ama okudukları) boğazlarından aşağı inmez. Onlar, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar” [Müslim Cabir İbn Abdillah’dan rivayet etmiştir]. 

Burada Nebi sallallahu aleyhi vesellem Ömer’in adamı münafık olarak adlandırmasına itiraz etmemiştir aksine Ömer’in nifakın bir özelliğini beyan etmesine destek vermiştir: kalpte bir gerçekliği olmayan dini ameller – boğazdan zar zor geçen Kur’an tilaveti. Sonrasında Ömer’i bu sapkın mezhebin kurucusunu öldürmekten alıkoymuştur; “Medine’ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır” diyen meşhur münafık Abdullah İbn Ubey’in (İbn Selul) öldürülmemesindekiyle aynı sebebi zikretmiştir. Ömer, İbn Selul’u öldürmek için Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den izin istediğinde, ‘halkın Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ dememeleri için ona izin vermedi [Buhari ve Müslim Cabir İbn Abdillah’dan rivayet etmiştir]. 

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, “Onlar Müslümanları öldürürler de putperestlere dokunmazlar. Şayet ben onlara yetişirsem, Ad kavminin öldürülüşü gibi, onlardan kimse kalmayıncaya kadar onları öldürürdüm” demişti [Buhari ve Müslim Ebu Said el Hudri’den rivayet etmiştir].

Yukarıdaki hadisler, nifak ve bidat arasındaki benzerlik ve onların ortak kökenini göstermektedir. Son rivayet ayrıca Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in Haricilere karşı sünnetini göstermektedir. Yine günümüz Mürcie’den bazılarının kafası karışık. Cihadın tümden terk edilmesinin nifakın mutlak özelliklerinden biri olduğunu, bu nedenle de modern dönem münafıkları savaşlara katıldıkları ve cepheleri savundukları için münafık olarak görülemeyeceklerini düşünüyorlar. Onlar Zu’l Huveysira ve Abdullah İbn Selul’un da çetin savaşlarda yer aldıklarını, Haricilerin kendi sapkınlıkları yolunda savaştıklarını, ridde savaşları döneminde Bedevi münafıkların Müseyleme ve zekatı reddedenlerin safında savaştıklarını unuttular. Münafıklar savaşı, karşılığında dünyalık bir kazanç olmadığında, nifakî çıkarlarına hizmet etmediğinde ve savaşın beklenen zorluğu onlar için katlanılamaz olduğunda terk ederler.

Huzeyfe radiyallahu anh birinin, “Ey Allah’ım, münafıkların kökünü kazı” diye dua ettiğini duyduğunda ona, “Eğer onlar yok edilseydi, düşmanlarından intikam alamazdın” dedi [EsSünne – el Hallâl].

Bu, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’in şu hadisiyle de uygundur; “Allah bu dine, dinden hiç nasibi olmayanla da yardım edecektir” [Hasen: İmam Ahmed Ebu Bekre’den rivayet etmiştir]. 

Ebu Hureyre radiyallahu anh şöyle dedi, “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ile bir savaşa katıldık. O, İslam iddiasında bulunan birisi için, ‘O cehennem ehlindendir’ dedi. Savaş başladığında adam yaralanana kadar çetin bir şekilde savaştı. O’na dendi ki, ‘Ey Allah’ın Rasulü, cehennem ehlinden olduğunu söylediğin adam kıyasıya savaştı ve öldü.’ Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, ‘O cehenneme gitti’ dedi. Halktan bazıları neredeyse şüpheye düşecekti. Bu halde iken onlara, ‘O ölmedi, ağır yaraları vardı, gece olunca yaralarına dayanamadı ve kendini öldürdü’ dendi. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e de bunun hakkında bilgi verilince o, ‘Allahu Ekber! Şehadet ederim ki ben Allah’ın kulu ve Rasulüyüm’ dedi. Sonrasında Bilal’e, ‘Şüphesiz Müslüman kişiden başkasının cennete girmeyeceğini’ ve ‘Şüphesiz Allah’ın bu dine facirlerle de yardım ettiğini’ halka duyurmasını emretti” [Buhari ve Müslim]. 

Facir fücûr işleyen kişidir, bu da Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in şu hadisinde geçtiği gibi münafıkların özelliklerinden birisidir; “Dört haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kişi halis münafık olur. Kimde de bu hasletlerden biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder, tartıştığında haddi aşar/haksızlık eder(fücûr)” [Buhari ve Müslim Abdullah İbn Amr’dan rivayet etmiştir]. 

İbn Receb (rahimehullah) şöyle dedi, “Fücur ile kastedilen şudur ki; kişi kasten öyle bir seviyeye gelene kadar doğruyu terk eder de hak batıl, batıl da hak olur. Bu yalanın yol açtığı meselelerdendir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur; ‘Yalandan sakının, yalan fücura, fücur ise cehenneme götürür’” [Câmi’ el-Ulûm vel-Hikem]. 

Nevevi fücur kelimesi hakkında yorum yaparken, “Kişi haktan başka yöne meyleder, batılı konuşur, yalan söyler” demiştir [Şerh Sahih Müslim].

Yukarıdaki rivayetler gösteriyor ki münafıklar cihatta yer alabilir ve hatta bazı savaşların kazanılmasında önemli rol oynayabilirler. Şeyhülislam İbn Teymiyye şöyle dedi, “{Allah’a ve kıyamet gününe inandık} [Bakara: 8] ancak diyen ancak mümin olmayanlar zahirinde mümin olanlardır. Onlar insanlarla namaz kılarlar. Hacca giderler ve saldırı savaşlarına katılırlar. Müslümanlar ve münafıklar birbirleriyle evlenir ve birbirlerine varis olurlar” [Mecmû’ el-Fetavâ].

İmam Muhammed İbn Abdilvehhab şöyle dedi, “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem dönemindeki münafıklar Allah yolunda canları ve mallarıyla cihad ederler, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ile günlük beş vakit namazlarını kılarlar ve onunla hac ederlerdi” [Ed-Durer Es-Seniyye].

Daha da ötesi, Kur’an ayetlerinden bazıları Tebük ve Beni Müstalik gazvesinde yer alan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bazıları şunlardır; {Onlara sorarsan, andolsun: “Biz dalmış, oyalanıyorduk” derler. De ki: “Allah ile, O’nun ayetleriyle ve elçisiyle mi alay ediyordunuz?” Özür belirtmeyiniz. Siz, imanınızdan sonra inkâra saptınız. Sizden bir topluluğu bağışlasak da, bir topluluğunuzu gerçekten suçlu günahkar olmaları nedeniyle azablandıracağız} [Tevbe: 65-66]. {Söylemedik diye Allah’a yemin ediyorlar. Oysa küfür sözünü söylediler, İslam’a girdikten sonra inkar ettiler ve başaramadıkları bir şeye yeltendiler. Sırf Allah ve Rasulü, lütfu ile kendilerini zengin etti diye öç almağa kalktılar. Tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da ahirette de acıklı bir azapla azaplandırır. Onlar için yeryüzünde bir dost ve yardımcı da yoktur} [Tevbe: 74]. {O düzmece haberi (iftirayı) getirenler içinizden bir gruptur} [Nur: 11]. Son ayet ve Nur suresindeki diğer ayetler, münafıkların Müminlerin Annesi Ayşe radiyallahu anha’ya karşı başlattıkları iftira kampanyasını ele almaktadır. Bu, Beni Müstalik gazvesi seferi sırasındaydı.




[1] Mürcie, taraftarlarının İman’ın temel esaslarını (Şehadetten sonra İslam’ın dört şartı) tümüyle terk ederek cennete gireceklerini umduğu bir din icat ettiler, onun sözlerini de tasdik ettiklerini iddia ettiler! Bu nedenle onlar, {Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar eden} [Bakara:85] kandırılmış Yahudiler gibiler ve {İşittik ve karşı geldik}[Bakara:93] diyorlar, dahası {Sayılı günler dışında ateş bize asla değmeyecektir}[Bakara:80] ve {Yakında bağışlanacağız} [A’raf:169] diye ilan ediyorlar. Selef İrcâ’yı Hıristiyanlıkla da karşılaştırmıştır, bazılarının “İrcâ’dan sakının zira o Hıristiyanlığın bir yönüdür” dedikleri bildirilmiştir [El-Lâlikâ’i]. Çünkü onlar da Yahudiler gibi ebedi kurtuluşun sadece, onları destekleyen ameller olmadan sözlerle elde edilebileceğini iddia ederler. Allah Teâla Yahudilere şu kavliyle cevap vermiştir, {De ki: “Allah katından bir ahid mi aldınız? –ki Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?” Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır}[Bakara: 80-82]. Allah Teâla, Yahudilere olduğu gibi Hıristiyanlara da, {Dediler ki: “Yahudi ve Hıristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete giremez.” Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru sözlüyseniz, kesin kanıtınızı getirin.” Hayır, kim iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır}[Bakara: 111-112] kavliyle cevap vermiştir. Konuyla ilgili Nisa Suresi’nin 123 ve 124’üncü ayetlerine de bakınız. Hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, sadece iman iddiasında bulunmanın onları cehennem ateşinden kurtarmak için yeterli olduğunu ilan ettiler, imanın gerektirdiği temelleri terk ettiler. Bu onlar için son Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’i hem sözde hem de amelde takip etmek anlamına geliyordu, zira onların kitaplarında Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’in geleceğinden bahsediliyordu. Son olarak, Allah’ın rahmeti ve bağışlayıcılığı günah işlemek ve adaletsizlikler için bir özür olamaz, kaldı ki şirk ve küfür için olsun!
[2] Geçmişin Mürciesi –dini sulandırarak ve günah tehlikesini önemsiz görerek– Müslüman krallara daha fazla günah işleme ve adaletsizlikler yapma mazereti vermiştir. Çağdaş Mürcielerden bazıları ise günümüz tağutlarına insan yapımı kanunlarla yasamayı ve Yahudiler, Hıristiyanlar, putperestler ve mürtedlerle Müslümanlara karşı işbirliği yapmayı haklı çıkarmıştır.
[3] Farzlarla, devam eden açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, şehadet dışındaki İslam’ın dört şartını kastediyor (namaz, zekat, oruç ve hac). Sahabe açıkça namazın terkini büyük küfür olarak kabul etmiştir. Diğer üç şarta gelince, bunlardan birini terk eden kişinin hükmü hakkında sonradan gelen alimler arasında ihtilaf vardır. En doğrusunu Allah bilir.
[4] Ayrıca, Nur suresi 47. ayet, Kıyamet suresi 31-32. ayetler, Leyl suresi 15-16. ayetler ile Taha suresinin 48. ayetine de bakınız. Sadece, Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem’e bazı meselelerde itaatsizlik etmekle, ki bu günahtır; onun dininin hiçbir emrini yerine getirmeyerek ona tümden itaatsizlik etmek arasında fark vardır. Bu mutlak itaatsizlik hali, 5 vakit namazın terkini gerektirir ki bu da küfürdür.
[5] Sözleri, bu yasaklara karşı kuvvetle direnmenin büyük küfür olduğunu gösteriyor. Zira kumar, faiz ve zinanın yalnızca uygulanması; böylesi günahtır ancak büyük küfür değildir.
[6] - Kabe’nin Mekke’de olduğu, Rasul Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’in Kureyş’ten olduğu, Medine’de yaşadığı (Mekke’den hicret ettikten sonra) ve mezarının Medine’de olduğu her yerdeki Müslümanlar tarafından bilinen meselelerdir. Bilakis bu pek çok Yahudi ve Hıristiyan tarafından bile bilinmektedir. Öyleyse Emevi ve Abbasi halifeleri döneminde ve büyük fukahaların çağında darul İslam’da yaşayan ve Mescid-i Haram’da Kabe’nin önünde dikilirken bunları söyleyen kişi nasıl cehalet iddiasında bulunabilir!
[7] Cehalet özrü şer’i bir kavramdır ancak Mürcie’nin ortaya sürdüğü gibi abartılı bir şekilde değil. Bu kavramın ne zaman doğru uygulandığı ile ilgili açıklama için sayfa 48’deki İmam Muhammed İbn Abdilvehhab’dan yapılan alıntıya bakınız.
[8] Ehli Sünnet’e göre İman, sadece itikadın değişik meseleleriyle ilgili bilgi düzeyinde değil, kalp, dil ve azalar düzeyinde, sözlerle amellerde artabilir ve eksilebilir.
[9] Ayrıca Neml suresi 42-42, Hud suresi 25-29 ayetlerine bakınız. Makalede alıntılanan bazı ayetler hakkında Ebu Cafer et Taberi’nin (rahimehullah – ölümü Hicri 310) – müfessirlerin imamı – tefsirine ve At-Tabsir fi Ma’âlim Usul ad-Din adlı kitabına bakınız
[10] Alimler, ilim, itaat ve ihlasın –diğer bazı meselelere ek olarak – bu şehadetin koşullarından olduğunu söylemişlerdir. Sözü geçen koşullar cehalete, uygulamanın tamamen terk edilmesine ve şirke terstir. Bu nedenle, şirk işleyen ve namazı terk eden kişi nasıl Müslüman sayılabilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder