11 Şubat 2016 Perşembe

MESCİD'İ DIRAR, NİTELİKLERİ VE İMAMLAR

Alemlerin rabbi olan Allah’ın adıyla…
Sadece Allah’a hamd ederim. O’ndan yardım ister ve O’ndan bağışlanma dilerim.

Nefislerimizin şerrinden, yaptıklarımızın kötülüklerinden O’na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa onu doğru yola sevk edecek biri bulunmaz. Allah’tan başka hiçbir (hak) ilahın olmadığına, Onun tek ve ortağı bulunmadığına şahitlikte bulunur, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna tanıklık ederiz.


Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen, Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil’in rabbi olan Allah’ım! Anlaşmazlığa düştükleri şeyler hususunda kulların arasında hüküm verecek olan sensin. İhtilaf edilen meselelerde bizleri doğru yola ilet. Hiç şüphesiz ki sen dilediğin kimseleri doğru yola iletirsin.

Son günlerde Müslümanların kaçınması gereken dırar mescitleri ve bu mescitlerin nitelik ve amaçları hakkında oldukça çok söz söylenmeye başlandı. Kimileri ilmi verilere göre kimileride ilimsizce bu işe daldılar. Onlardan bazısı ifrata, aşırılığa ve katı bir tutuma meylederek delil olma özelliği bile olmayan bazı zan ve şüphelerle kimlerin inşa ettiği bilinmeyen mescitlere “Mescid-i Dırar” hükmü vererek bu mescitlerde namaz kılmanın caiz olmayacağını söylediler. Artık durum öyle bir hal aldı ki hiç çekinmeden tağutların eline geçmiş mescidlerin dırar mescidi olduğunu ve burada namaz kılmanın caiz olmadığını söylemesi çok alışık bir duruma geldi.

Mesele sadece o kişilerin mescitleri terk edilmeleriyle kalsaydı, ortada yine çok problem olmazdı. Fakat iş bununla da kalmadı üstüne üstük konu hakkında kendileri gibi düşünmeyen ve kendileriyle aynı görüşü paylaşmayan kardeşlerini kötülemeye, onlara gevşeklik, ihmalkârlık ve benzeri cerh suçlamaları isnat etmeye kadar vardı ve zannınca dırar olan mescitleri terk edene dek onlara bu suçlamaları isnat etmeye devam etti. İş bununla da bitmedi, daha da tehlikeli bir boyut alarak gençlerin namaz ve ibadetlerinin sıhhati hususunda şüphe etmesine kadar vardı.

İşte bu sebeplerin hepsi, ifrat ve tefrit ehli kimselerin tüm görüş ve değerlendirmelerinden uzak bir şekilde konu hakkında yazı yazmaya ve meseleyi araştırmaya sevk etti. Allah’tan doğruya ve hakka isabet etmeyi diliyorum. Hata edersem bu da nefsimden ve şeytandandır. Sadece Allah’a sığınıyorum.

Varlıklar hakkında hüküm vermek başkasının değil, sadece Allah ve Rasûlünün hakkıdır. Bu tüm rasullerin ortak davetidir. Rabbimiz şöyle buyurur:

“Bir şey hakkında ihtilaf ederseniz, -eğer gerçektende Allah'a ve Âhiret gününe iman ediyorsanız- onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin…” (Nisa, 59)

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (ona) tam manasıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

Bizler, Rabbimizin konu hakkında ne dediğini, mescid-i dırar hakkında nasıl bir hüküm verdiğini, mescid-i dırarın ne olduğunu, nitelik ve fonksiyonlarını, amaç ve gayelerini ve hangi mescitlere “dırar” hükmü verileceğini bilebilmek için söz konusu meseleyi Kur’an ve Sünnete havale etme noktasında kendimizi zorunlu hissediyoruz.

Konu hakkında Rabbimiz şöyle buyurur:

“(Savaşa katılmayanlardan bir grup İslâm’a ve Müslümanlara) zarar vermek, küfrü pekiştirmek, iman edenler arasında ayrılık tohumu ekmek ve daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birini gözetleme amacı ile bir mescit yaptılar. Onlar: «İyilikten başka bir amacımız yoktu» diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar. (Bundan böyle artık) o mescidin içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzere kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha uygundur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” (Tevbe, 107, 108)

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ayetlerin iniş sebebini ve kimler hakkında indiğini zikretmek gerekir.
Tefsir kitaplarının hepsi bu ayetlerin, kendisini Allah ve Rasûlü ile savaşmaya adamış ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem aleyhinde açılan her savaşa mutlaka iştirak etmiş olan bir adam hakkında indiği hususunda görüş birliği içindedir. Bu adamın adı “Ebu Âmir er-Râhib”tir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onu “fâsık” diye adlandırmıştır. (Sözü geçen bu adam, Uhud günü cünüb olarak şehid olan ve cenabetliğinin gitmesi için melekler tarafından yıkanan Hanazala radıyallâhu anh’ın babasıdır.)

Bu adam, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile savaşmak için yardımını talep ederek Rum kralı Herakliyus’a sığınmıştı. Medine de bulunan münafık dostlarına Rum ordusuyla beraber kendi gelişini gözetlemek ve zarar vermek amacıyla bir mescit yapmaları için haber gönderdi. Onun Medine’de ki dostlarının sayısı on iki idi.

O, Medine de inşa ettireceği mescidi Allah ve Rasûlü ile savaş yapmak için bir üs olarak kullanmanın yanı sıra ayet-i kerimenin zikrettiği ve bizimde biraz açarak anlatmaya çalışacağımız diğer amaçlar içinde kullanacaktı. Şimdi ilim ehlinin ve tefsircilerin bu ayet hakkındaki sözlerini nakledelim.

İmam Taberî der ki:

“Bu ayetin yorumu şu şekildedir: O münafıklar Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mescidine zarar vermek, Peygambere muhalefet ederek Allah’ı inkâr etmek ve müminlerin arasını ayırmak için bir mescit yaptılar. Bu ise bazısı orada bazısı da Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mescidinde namaz kılmak sureti ile meydana gelecek ve sonunda anlaşmazlığa düşerek ayrılacaklardı.

“Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri yapmak amacı ile…” Yani Allah ve Rasulüne muhalefet eden, onlara karşı kâfirlik eden ve Allah’ın peygamberi ile savaşan kâfir Ebu Âmir’i gözetlemek amacı ile…

“Daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış” yani o mescidi yapmalarından önce savaşmış. Olay şöyle gerçekleşmişti: Ebu Âmir Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile çarpışmak için ordular tertip etmişti. Allah (cc) onu perişan edince krallarından Rasûlullahâ karşı yardım isteyerek Rumlara katıldı. (Orada bulunduğu esnada)Mescid-i dırarda ki yarenlerine bir mektup yazdı ve onlara kendilerine döndüğü zaman namaz kılabileceği bir mescit bina etmelerini emretti. Onlarda bunu yerine getirdiler. İşte Allah-u Teâlâ’nın “Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri yapmak amacı ile…” kavlinin manası budur.

İbn-i Abbas radıyallâhu anh’den şöyle rivayet edilmiştir:

“Ensardan bir gurup insan bir mescit inşa etti. Ebu Âmir onlara,

-Mescidinizi yapın ve gücünüz miktarınca silah ve kuvvet hazırlayın. Ben şimdi Bizans kralı Herakliyus’a gidiyorum. Bizanslılardan bir ordu ile tekrar gelecek ve Muhammed ve ashabını (Medine’den) çıkaracağım, dedi. Onlar mescidin yapımını tamamladıklarında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek:

-Ey Allah’ın Rasûlü! Biz mescidimizin inşasını tamamladık. Senin orada namaz kılmanı ve bizlere hayır duada bulunmanı arzuluyoruz” dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ “O mescidin içinde asla namaz kılma!” ayetini inzal buyurdu.

İbn-i Abbas der ki: “Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birisi…” ile kastedilen; onlar içerisinde kendisine ‘Ebu Âmir’ denilen birisidir. O, Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e karşı harp ilan etmiş birisi idi.

(Yardım talep etmek amacı ile) Herakliyus’a gitti. Geride kalanlar onun dönerek bu mescitte namaz kılmasını gözetlemeye başladılar. Onun Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e galip geleceğini zannediyorlardı. Oysa o Allah ve Rasûlüne harp ilan etmek amacı ile Medine’den ayrılmıştı.

İmam Mücahid der ki: “Mescidi bina edenler münafıklardı. Gözetledikleri kimse de Ebu Âmir er-Râhib idi. (Buraya kadar ki nakiller İmam Taberî’nin tefsirinden alıntılanmıştır.)

İbn-i Kesir der ki:

“Bu âyetlerin nüzul sebebi şöyledir: Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in Medine'ye gelmesinden önce orada Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib isminde birisi vardı. Câhiliye devrinde Hıristiyan olmuş, kitap ehlinin ilmini okumuş ve câhiliye devrinde ibâdet etmiş olup Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi.

Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem muhacir olarak Medine'ye gelip müslümanlar onun etrafında toplandığı, İslâm kelimesi en yüce olduğu ve Allah-u Teâlâ Bedir günü onları üstün kıldığında, melun Ebu Âmir kininden çatlayacak dereceye geldi ve düşmanlığını izhâr ederek bunu açığa vurdu. Sonunda Mekke’de ki Kureyşli müşriklere, kaçıp gitti. Onları Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem‘e karşı harbe teşvik etti.

Arap kabilelerinden onlara muvafakat edenler toplanıp ta Uhud senesinde müslümanlara karşı çıktıkları zaman müslümanların başına gelenler gelmiş, Allah onları imtihan etmiş ve sonuçta güzel akıbet müttakîlerin olmuştu. Bu fâsık, her iki saf arasına çukurlar kazmıştı. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem o gün bunlardan birine düşmüş ve yaralanmıştı. Yüzü yaralanmış, sağ alt çenesinin ön dişi kırılmış, başı yarılmıştı.

Mekke'ye kaçmadan önce Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem onu Allah’a çağırıp, ona Kur'an okumuştu. O ise müslüman olmamakta diretip inâd etti. Hz. Peygamber uzak bir yerde kovulmuş olarak ölmesi için ona beddua etti de bedduası ona ilişti.

Uhud da iş bitip de Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce; Ebu Âmir, Hz. Peygambere karşı yardım istemek üzere Rûm kralı Herakliyus'a gitti. Herakliyus, ona vaat de bulunup ümit verdi. O da Herakliyus’un yanında (bir süre) ikamet etti. Orada iken kendi kavmi olan Ensâr'dan nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba yazı yazarak onlara bir takım vaatlerde bulundu. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem ile savaşacak bir ordu ile birlikte onların yanına geleceğini ve onu mağlub edeceğini bildirerek durumu tersine çevireceği konusunda onları ümitlendirdi.

Mektuplarını iletmek üzere kendisinin yanından gelecek kimselerin sığınabilmesi için bir sığınak yapmalarını emretti. Burası daha sonra onların yanına geldiğinde onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Kubâ mescidi civarında bir mescit inşâsına başladılar. Yapılarını kurup sağlamlaştırdılar. Bu işi Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in Tebûk'e çıkışından önce bitirdiler ve Allah Rasûlü’nün gelerek mescitlerinde kılacağı namazla bu mescidi makbul saydığına delil olarak kullanmak üzere gelmesini ve mescitlerinde namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıf ve hastalıklıların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarını söylediler.

Allah-u Teâlâ peygamberini orada namaz kılmaktan korudu da: “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Fakat Allah dilerse döndüğümüzde, buyurdu. Allah Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem Tebûk'den Medine'ye dönmek üzere yola çıktığında, onlarla arasında bir gün ya da günün bir bölümü kadar zaman kalmışken “Mescid-i Dırâr” la ilgili vahiy geldi ve bu mescidi bina edenlerin, bu mescitleriyle ilk günden takva üzerine kurulmuş olan Kubâ mescidindeki mü'minlerin cemâatini bölme ve küfür maksadı taşıdıkları bildirildi. Allah Rasûlü Medine'ye gelişinden önce bu mescidi yıkmak üzere adam gönderdi.

Nitekim Ali b. Ebu Talha, İbn-i Abbâs radıyallâhu anh’ın şöyle dediğini söyler: Bunlar Ensardan bir gruptur. Bir mescit inşa ettiler. Ebu Âmir onlara:

-Mescidinizi yapın ve gücünüz miktarınca silah ve kuvvet hazırlayın. Ben şimdi Bizans kralı Herakliyus’a gidiyorum. Bizanslılardan bir ordu ile tekrar gelecek ve Muhammed ve ashabını (Medine’den) çıkaracağım, dedi. Onlar mescidin yapımını tamamladıklarında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek:

-Ey Allah’ın Rasûlü! Biz mescidimizin inşasını tamamladık. Senin orada namaz kılmanı ve bizlere hayırduada bulunmanı arzuluyoruz” dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ “O mescidin içinde asla namaz kılma!” ayetini inzal buyurdu. Bu, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid, Urve b. Zübeyr, Katâde ve birçok âlimden rivayet edilmiştir.” ( Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, 2/402.)

İmam Kurtubî der ki:

“Allah-u Teâlâ’nın “Daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri yapmak amacı ile bir mescit yaptılar” ayeti ile kastedilen kişi Rahip Ebû Âmir’dir. Kendisini ibadete vermiş olması ve ilim araştırmasından dolayı ona “Rahip” adı verilmiştir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in bu konudaki bedduası sebebiyle, “Kennesrîn” denilen yerde kâfir olarak ölmüştür. Çünkü o, Peygmaber sallallâhu aleyhi ve sellem'e: “Seninle çarpışan ne kadar kavim görürsem, mutlaka ben de onlarla birlikte sana karşı savaşacağım” demişti.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile olan savaşını Huneyn gününe kadar devam ettirdi. Hevazin kabilesi Huneyn günü bozguna uğrayınca yardım istemek üzere Bizanslılara gitti. Münafıklara da şu haberi gönderdi: “Gücünüz yettiği kadar güç ve silah hazırlığı yapın ve bir mescid inşa edin. Ben şimdi Kayser'in yanına gidiyorum, Bizanstan Muhammed’i Medine'den çıkarmak üzere bir ordu ile geleceğim. Bunun üzerine onlar da Dırar Mescidini inşa ettiler.” (el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’an, 8/257. )

İmam Taberî, İbn-i Kesîr ve Kurtubî’nin söylediklerinin benzerini ilim ehlinden ve tefsircilerden birçoğu da kitaplarında dile getirmiştir. Mescid-i Dırar hakkında nazil olan ayetlerin iniş sebebi hakkında sözü bu kadar uzatmaya bizi iten şey; okuyucunun, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yıkılmasını ve yakılmasını emrettiği mescidi dırarın tehlikesini ve bu mescidin ardına sığınarak çevrilen entrikanın boyutunun büyüklüğünü anlamasını sağlamaktır. Ki bu sayede -eğer herhangi bir karşılaştırma yapmak isterse- yapacağı kıyas ve karşılaştırma doğru bir sonuç versin.

Bu, Mescid-i Dırar hakkında araştırma ve inceleme yapmak isteyen herkes için gerçektende çok önem arz etmektedir.

Okuyucunun, Mescid-i Dırarı inşa edenlerin “münafıklar” olduğunu ve -İbn-i Kesîr’in de dediği gibi-bu mescidi beraberinde Bizans askerlerini getirecek olan Ebu Âmir’in gelişini gözetlemek için kendilerine oradan Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile harp etmeye gidecekleri bir sığınak ve üs olması amacıyla bina ettiklerini bilmesi gerekmektedir. Aynı şekilde okuyucunun -bazı makalelerde nakledildiği üzere-orayı bina edenin Ebu Âmir olmadığını da bilmesi gerekir. (Yani orayı Ebu Âmir yapmış değildir. Doğru olan Ebu Âmir’in orayı yaptırdığıdır.)

Yıkılmayı ve yakılmayı hak eden Mescid-i Dırar’ın tehlike boyutunu ortaya koyması açısından bu iki nakil arasında ki fark, basiret sahibi herkes için son derece açıktır.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Yıkılmasını Emrettiği Mescid-İ Dırarın Görev ve Fonksiyonları

Mescid-i Dırarın görev ve fonksiyonları ayet-i kerimenin de işaret ettiği üzere dört nokta da özetlenir:
1) Zarar Vermek
Rabbimiz şöyle buyurur: “(Savaşa katılmayanlardan bir grup İslâm’a ve Müslümanlara) zarar vermek… amacı ile bir mescit yaptılar.”

Ayet-i kerime de yer alan “ ا_ ار _ ضر_ =Dıraran” lafzı meful-u leh (Meful-u leh Arapça da; bir fiilin yapılış sebebini bildiren mastardır. Bir işin niçin ve neden yapıldığı sorusuna cevap teşkil eder.) olarak gelmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Onları bu mescidi yapmaya sevk eden şey; ilk gününden itibaren takva üzere bina edilen Kuba Mescidine (veya Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Medine de ki kendi mescidine)( İmam Taberî der ki: “Bu iki görüşün benim yanımda doğruya en yakın olanı, burada ki mescidin Rasûlullah’ın mescidi olduğunu söyleyen kimselerin görüşüdür. Zira bu noktada Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sahih bir rivayet nakledilmiştir.) ve öncülüğünü Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmış olduğu Müslüman cemaate zarar vermekten başka bir şey değildir. Dolayısıyla onların bu mescidi inşa etmelerinin ardında zarar vermekten ve bu zararı fiilen gerçekleştirmekten başka bir hedef ve gayeleri yoktu.

Bir şeyin “zarar” diye adlandırılabilmesi ancak fayda ve yararının tamamen yok olmasından ve halis bir şekilde şer kaynağına dönüşmesinden sonra mümkün olur. Nitekim zikri geçen Mescid-i Dırarın durumu bu şekilde idi. Ya da bir şeyin “zarar” diye adlandırılabilmesi -içki ve kumarda olduğu gibi-zararın faydadan daha çok olduğu zamanlar söz konusu olur. Her iki durumda da zararın bertaraf edilmesi gerekir. Ancak (bu iş yapılırken zarar) bir benzeriyle veya kendisinden daha büyüğü ile bertaraf edilmemelidir.

Hadis(ler)de şöyle geçer:

“(İslam’da) zarar vermekte yoktur, zarara zararla karşılık vermekte yoktur.”

“Kim zarar verirse Allah da ona zarar verir, kim meşakkat çıkarırsa Allah da ona meşakkat çıkarır.” Fıkhî bir kâide de şöyle geçer: “Zarar bertaraf edilir”

İmam Kurtubî zarar kelimesinin manası hakkında şöyle der: “Bazı âlimler şöyle demişlerdir: Zarar (kelimesi) kendisinde senin için fayda ama komşun için zarar olan şeydir. Dırar (kelimesi de) kendisinde senin için her hangi bir fayda olmayan aynı zamanda komşuna da zararlı olan şeydir. Bu iki kelimenin (yani zarar ve dırar kelimelerinin) aynı manada olduğu ve tekit için her ikisinin de kullanıldığı söylenmiştir.” (el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’an, 8/254.)

İbn-i Cevzî der ki: “ ا_ ار _ ضر_ =Dırâran” lafzı meful-u leh olarak mansûb okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur: Onlar bu mescidi zarar vermek için bina ettiler. Müfessirler “Dırar” kelimesinin “Kuba Mescidine zarar dokundurmak” manasına geldiğini söylemişlerdir.(Zâdu’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsîr, 3/500.)

Âlûsî’nin “Ruhu’l-Me‘ânî” adlı eserinde şöyle geçer: “ ا_ ار _ ضر_ =Dıraran” lafzı ve ondan sonra gelen kelimeler “meful-u leh”tir. Gizli bir fiil için meful-u mutlak olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Onlar müminlere büyük ve kesin bir zarar vermek için bu mescidi bina ettiler… “Dırar” kelimesi zarar vermeyi istemek ve bunun için çabalamak manasındadır.” (Bkz: 11/17.)

2) Allah’ı ve Rasûlünü İnkâr Etmek
Mescid-i Dırarın yapılış amaçlarından bir tanesi de Allah’ı ve Rasûlünü inkâr etmek, küfrü ve küfür ehli kimseleri kuvvetlendirmek, Allah, Rasûlü ve Müslüman cemaat ile harb etmektir. Bu da o mescidi münafıklar için içerisinde İslam devletine karşı entrika çevirecekleri askeri bir üs ve sığınak olarak kullanmak sureti ile olacaktı. Yine Ebu Âmir denen kâfire ve beraberindeki Bizans askerlerine Medine’ye geldiklerinde Rasulullah ve ashabını oradan çıkarmak için bir karargâh olacaktı. Onlar bu mescidi Müslümanlara zarar vermenin yanı sıra birde Allah’ı ve Rasulünu inkâr etmek ve küfrü ve küfür ehli insanları desteklemek amacı ile bina etmişlerdi. Nitekim Rabbimiz bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Onlar zarar vermek ve küfrü pekiştirmek… amacı ile bir mescit yaptılar” Burada ki “küfrü pekiştirmek” ifadesi (zarar vermek manasına gelen) “Dırar” kelimesinin üzerine atfedilmiştir. Yani onlar küfür, inkâr ve savaş için bu mescidi yaptılar demektir. Onlar, o uğursuz mescidi bina ettikleri ilk andan itibaren bu tehlikeli niyeti kalplerinde gizlemekteydiler.

İmam Beğavî ayette yer alan ا_ ر_ ف ك kelimesini şu şekilde tefsir etmektedir: “Yani onlar Allah’ı ve Rasûlünü inkâr etmek için mescidi inşa ettiler…”

İmam Âlûsî ise şöyle der: “Yani o mescit içerisinde kâfirliği ortaya koymak için… Bazı âlimler ise pekiştirmek manasına gelen “Takviye” kelimesini takdir etmişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: Onlar gizlemiş oldukları küfrü pekiştirmek için bu mescidi inşa etmişlerdir.”

“Fethu’l-Kadîr” adlı eserde şöyle geçer: “Allah-u Teâlâ, onları bu mescidi yapmaya sevk eden etkenin dört şeyden müteşekkil olduğunu haber vermiştir. Bunlardan birincisi; başka kimselere zarar vermektir. İkincisi ise; Allah’ı inkâr etmek ve bu mescidi münafıkları güçlendirmek amacı ile yaptıkları için ehli İslam’a karşı büyüklük taslamaktır…” ( Bkz: 2/403.)

Reşid Rızâ “Tefsîru’l-Menâr” adlı eserinde şöyle der: “Onlar bununla küfrü, küfrü pekiştirmeyi ve bir mescitte toplanmadıkları için müminlerden gizlenmek suretiyle (kendileri gibi) münafık olan kimselere namaz kılmayı terk etme imkânı sağladığından dolayı küfür amellerini kolaylaştırmayı amaçlamışlardı. Onların bu mescidi inşa etmelerindeki amaçlardan birisi de, Allah Rasûlü aleyhinde kuracakları tuzakları kendi aralarında istişare edebilmekti. Onların bunun haricinde başka amaçları da vardı…” (Bkz: 11/39. )

3) Müslümanların Birliğini Bozmak
Münafıkların Mescid-i Dırar’ı inşa etmelerinin ardında yatan hedef ve gayelerinden biriside -zikredilenlerin yanı sıra-birde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Mescidinde ve Kuba Mescidinde namaz için toplananların sayısını azaltmak suretiyle Müslümanları farklı farklı gruplara ayırmaktı. Bunda Müslümanların gücünü zayıflatma, onların birliğini bozma ve inananları hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şahsından etkilenmekten ve hem de onun birebir yönlendirmelerinden uzaklaştırma amacı vardı.

Bununla birlikte tek bir cemaat içerisinde yer alan Müslümanların sayısını azaltmakta onların amaçlarındandı. Oysa tek bir cemaat içerisinde Müslümanların kalabalık gözükmesini sağlamak İslam şeriatının taleplerinden ve cemaatle namaz kılmanın mühim amaçlarından birisidir.

Allah-u Teâlâ’nın “Onlar, iman edenler arasında ayrılık tohumu ekmek… amacı ile bir mescit yaptılar” buyruğu hakkında İmam Şevkânî der ki: “Onlar Kuba Mescidinde (namaz için) hazır bulunmamayı bundan dolayı da Müslümanların cemaatinin azalmasını istedikleri için (bu mescidi bina ettiler). Bunda ise açıkça birliğin bozulması ve ülfetin yok olması vardır…”

İbn-i Cevzî der ki. “Onlar (Müslümanlar) hep birlikte Kuba Mescidinde namaz kılmakta idiler. (Fakat münafıklar) onların bu birliğini bozmak istediler.”

İmam Beğavî der ki: “Onlar hep birlikte Kuba Mescidinde namaz kılmaktaydılar. (Münafıklar), onlardan bazılarının içerisinde namaz kılmasını sağlamak ve bunun da ayrılığa ve birliğin bozulmasına sevk etmesini temin etmek için Mescid-i Dırar’ı inşa ettiler.”

İmam Kurtubî, Allah-u Teâlâ’nın “İman edenler arasında ayrılık tohumu ekmek… amacı ile bir mescit yaptılar” buyruğu hakkında der ki: “Onlar, bazı kimselerin Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte cihada çıkmamalarını sağlamak için bununla müminlerin birliğini dağıtmak istiyorlardı. İşte bu durum, cemaatin öngörülmesinin en büyük maksadı ve en belirgin gayesinin kalpleri birbirine kaynaştırıp ısındırmak ve itaat üzere söz-birliğini sağlayıp, dinin gerektirdiği uygulamaları yerine getirmek suretiyle, insanlar arasındaki hakların ve saygınlıkların korunmasını gerçekleştirmek olduğunu göstermektedir. Bu sayede, insanlar birbirleriyle içli dışlı olarak kaynaşacak ve kalpler, kinlerin pisliklerinden arınmış olacaktır.”

4) Allah’a ve Peygamber’e Karşı Savaş Açanları Gözetleme
Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: “Daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birini gözetleme amacı ile bir mescit yaptılar” Yani; Mescid-i Dırar inşa edilmeden önce Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan adamın gelişini beklemek ve gözetlemek amacı ile mescit yaptılar. (Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan) bu adam Fâsık Ebu Âmir idi. O, Allah ve Rasûlü ile harb etmek için kendisini asker yapmış birisiydi. Öyle ki Mescid-i Dırar yapılmadan önce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem aleyhinde düzenlenen tüm savaşlara iştirak etmişti. O, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve ashabını Medine-i Münevvere’den çıkarmak için Bizans ordusuyla beraber geleceğine dair münafıklara vaatlerde bulunan ve onları temennilere boğan kimseydi.

Buna ortam hazırlaması için adamlarından dış görünüş itibariyle bir mescit yapmalarını talep etti. O, İslam ve Müslümanlarla savaşmak için bu mescidi askerî bir üs olarak kullanacaktı. Burası dış görünüş itibariyle bir mescit, hakikatte ise küfrün, hilenin ve savaşın kalelerinden bir kale idi.

İmam Beğavî der ki: “Ebu Âmir, münafıklara “Gücünüz nispetinde kuvvet ve silah hazırlayın ve benim için bir mescit yapın. Ben şimdi Bizans kralı Kayser’e doğru gidiyorum. Onlardan bir ordu getirecek ve Muhammed ve ashabını Medine’den çıkaracağım” diye haber gönderdi. Münafıklar Kuba Mescidinin yakınına Mescid-i Dırarı yaptılar. İşte Allah-u Teâlâ’nın “Daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birini gözetleme amacı ile bir mescit yaptılar” buyruğunun anlamı budur

Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış bu kimse Fâsık Ebu Âmir’dir. O, Şam’dan döndüğünde içerisinde namaz kılmak için (bu mescidi inşa ettirmiştir). Allah-u Teâlâ’nın “Daha önce…” buyruğu, Ebu âmir’e racidir. Yani Mescid-i Dırar’ın yapılmasından önce Allah ve Rasûlüne savaş açmıştır...”

“Zâdu’l-Mesîr” adlı eserinde İbn-i Cevzi der ki: “«İrsâd» kelimesi gözetlemek manasındadır. Onlar bu mescitte Ebu Âmir’i gözetlemişlerdi. Mescid-i Dırar’ın yapılmasından önce Allah ve Rasûlüne karşı savaş açan kimse de oydu.”

Reşid Rızâ der ki: “Mescid-i Dırar’ın yapılmasından önce Allah ve Rasûlüne karşı savaş açan kimseyi gözetlemek; Allah ve Rasûlü ile harp eden kimsenin savaşçı olarak gelmesini, gözetlemeye uygun bir mekân ve kendisi ile beraber savaş için hazır bekleyen bir topluluk bulmasını gözetlemek manasındadır. Savaş için hazır bekleyen bu topluluk, Mescid-i Dırar’ı bir gözetleme yeri olarak bina eden münafıklardı. Müfessirler, bu amaç doğrultusunda dırar mescidini yapmaya münafıkları teşvik eden ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve ashabı ile savaşmak için Bizans ordusunu kendilerine getireceğine dair onlara vaatlerde bulunan bu adamın Hazreç Kabilesinden “Ebu Âmir er-Râhib” diye bilinen bir adam olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.”

Derim ki: Mescid-i Dırar, işte biraz önce tüm nitelik, fonksiyon ve tehlikeli amaçlarının zikredilmiş olduğu bu mescittir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yıkılmasını ve yakılmasını emredip içerisinde namaz kılınmasını yasakladığı mescit işte budur. Günümüzde “Dırar” denilerek kendisine dikkat çekilen tağutların resmi bel’amlar tarafından esir alınan mescitler acaba böylemidir?

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yıkılmasını, yakılmasını ve kendisinden uzaklaşılmasını emrettiği Dırar Mescidi -anlatılan tüm bu gaye ve amaçlar çerçevesinde- asla ibadet ve kulluk amacı ile yapılmamıştır. Bu mescit asıl itibariyle, kendisinden Allah’a ve Rasûlüne savaşa gidilecek olan küfrün ve nifakın askerî bir kalesi ve sığınağı idi. Günümüzde “Dırar” denilerek kendisine dikkat çekilen tağutların resmi bel’amlar tarafından esir alınan mescitler acaba böylemidir?

Sonuç ve Mesele Hakkında ki Hükmün Beyanı
Tüm bu anlatılanlardan hareketle diyoruz ki: Hangi mescidin yapılış gayesi biraz önce Mescid-i Dırar için zikredilen gaye ve amaçlarla veya bunların bazısıyla yahut sadece birisi ile uyuşuyorsa o mescit, uzaklaşılması ve Allah-u Teâlâ’nın “O mescitte asla namaz kılma!” buyruğundan dolayı içerisinde namaz kılınmaması zorunlu olan Mescid-i Dırar (hükmünde) dir.

Bir mescit sırf Mescid-i Dırar’ın nitelikleriyle muttasıf olduğu için “Dırar” olmaz. O mescidin “Dırar” olabilmesi için yapımından önce o vasıf ve amaçların kendisinde bulunması ve gizlenmesi gerekmektedir.

Bir mescit (asıl itibariyle) takva üzere bina edildiğinde daha sonraları kâfirlerin onu ele geçirip Mescid-i Dırarın bazı amaçları uğrunda orayı kullanmaları o mescide “Mescid-i Dırar” ismini ve “Mescid-i Dırar” hükmünü vermez. Çünkü bu hususta asıl itibar edilecek nokta; daha mescit yapılmadan önce (Mescit yapıldıktan sonra değil) onu yapmaya sevk eden niyet ve kasttır. Bu meseleye Allah’ın izni ile tekrar döneceğiz.

İbn-i Kayyım “Zâdu’l-Meâd” adlı eserinde der ki: “Mescid-i Dırarın yapılış amacı Müminlere zarar vermek, onların arasını ayırmak ve münafıklara bir sığınak olması (nı sağlamak) olduğuna göre, halifeye durumu böyle olan her mekânı ya yıkmak ve yakmak suretiyle ya da şeklini değiştirip yapılış amacından onu çıkarmak suretiyle işlevsiz hale getirmesi vaciptir.” (Bkz: 3/571.)

Delili Olmayan Bazı Eklemeler
Zemahşerî gibi bazı âlimler bir mescide “Dırar” vasfının ve hükmünün verilebilmesi için başka bir gerekçe daha ortaya koymuşlardır. Bu da mescidin gösteriş ve riya maksadıyla yapılmasıdır. Demişlerdir ki:

“Kim gösteriş amacıyla bir mescit yaparsa o mescidin hükmü Mescid-i Dırarın hükmüdür.”

Günümüzdeki bazı ilim talebeleri de konu hakkında bu âlimlere uymak suretiyle bazı yanlış kıyaslamalarda bulunmuşlardır ki, bu kıyaslama Müslümanların yapmış olduğu ve “Dırar” kapsamında değerlendirilmesi asla caiz olmayan kimi mescitleri Mescid-i Dırar kapsamına sokmayı gerekli kılmıştır.

Ben derim ki: Bu, uygun olmayan bir ilavedir ve birkaç açıdan kabul edilemez:

1) Gösterişin/riyanın, bir mescidi Dırar hükmüne çeviren niteliklerden olduğuna dair Kitap ve Sünnetten her hangi bir delil yoktur.

2) Mescidin kendisi sayesinde yapıldığı Müslüman malı Kitap ve Sünnetten muhkem delillerle korunma altına alınmıştır. İlim ehlinden bazılarının sözlerine binaen bu delillere karşı gelmek veya onları reddedip yok saymak caiz değildir. Müslümanın malı delil ile korunma altına alınmışken (Müslümanın malı, canı ve namusu korunma altına alınmıştır. Buna vurgu yapan onlarca hadis vardır. Örneğin bkz: Müslim, hadis no: 2564.) onun bu kutsalı nasıl olurda delilsiz bir şey sebebiyle çiğnenebilir ki?

3) Gösterişin/riyanın (bilinebileceği) yer kalptir. Onu kesin olarak bilmek asla mümkün değildir. Nice açıktan amel işleyenler vardır ki onlar riyakâr değildirler. Nice gizli amel işleyenler de vardır ki, onlar çaktırmadan amellerini açığa vururlar; ama onlar Allah indinde riyakârdırlar. Niceleri de vardır ki “Bu riyakârdır” denmesin diye gösteriş olarak açıktan amel işlemeyi terk eder. Bu, Allah’tan başkasının bilemeyeceği geniş bir kapıdır. İşte bundan dolayı Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem bunu insanların gözlerinden ve bilgilerinden hatta bazen sahibinden bile gizli olduğu için “Gizli şirk” diye adlandırmıştır.

“Gösterişi karine ve işaretlerden bilmek mümkündür” denilse buna şöyle cevap veririm: Bu karine ve işaretler zannî olmaktan öteye geçmez. Zan ise hakkın karşısında hiçbir şey ifade etmez. Hükümler -özellikle de bu meselemizle alakalı hükümler-zan üzere bina edilmez. Zan ile kutsal olan şeyler çiğnenemez, mescitler terk edilip yakılıp yıkılamaz.

4) Güzel bir şeyin kendisini sevindirmesi ve yeryüzünde Allah’ın şahitleri olan salih insanların ona övgüde bulunmasından hoşlanması inanan bir kimsenin tabiatındandır. Hadiste şöyle geçer: “Kimin iyiliği kendisini sevindirir, kötülüğü de kendisini üzerse işte o mümindir.” Bu sevinç ve hoşnutluk insanların birçoğu tarafından “Riya” diye açıklanmaktadır. İşte bu yanlış düşünce üzerine bazı haksız hükümler bina edilmekte ve sonucunda mescitler terk edilmektedir. Artık durum öyle bir hal almıştır ki telafisi neredeyse mümkün değildir.!
5) Riya ve gösterişin zabtedilib bilineceği ve her akıllı insan katında ittifak konusu olacak ölçüler/kriterler varlığını yitirmiştir. Senin “riya” olarak açıkladığın bir ameli başka birisi “hakkı haykırmak, Emr-i bi’l-Marufnehy-i ani’l-Münker de bulunmak veya “halis bir huşu ve güzel bir amel” olarak değerlendirebiliyor. Bu farklı anlayışlarla amel edilecek olsa bu, ayrılığa, çekişmeye ve ihtilafa sebep olur. Özellikle de Mescid-i Dırar gibi bir konuda…

Velhasılkelam…
Takva üzere yapılıp sonradan kendisine Mescid-i Dırar niteliklerinden bazılarının dâhil olduğu bir mescit bu nedenle Mescid-i Dırara dönüşmediği gibi onun isim ve hükmünü de almaz. Bunun delili Kâbe’dir. Kâbe, peygamberlerin atası İbrahim aleyhisselâm’ın eli ile tevhid ve takva üzere yapıldığı halde sonraları ona şirk ve küfür bulaşmış ve içerisine kendilerine ibadet edilmeleri için putlar dikilmiştir. Aynı zamanda Kureyş kâfirleri de orayı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve onunla beraber iman eden ashabıyla savaşmak için bir üs gibi kullanmaktaydılar.

Mescid-i Haram, başına gelen tüm bu değişimlere rağmen “Mescid-i Dırara” dönüşmediği gibi onun isim ve hükmünü de almadı. Aksine Allah’ın Peygamberi Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem orada hem kendisi namaz kıldı hem de namaz kılmaları için ashabına emir buyurdu. Orası yeryüzünde Allah’a ibadet edilen en hayırlı ve en şerefli yerdir; böyle olmaya devam etmiştir ve (kıyamete kadar da) devam edecektir.

İbn-i Kesîr ve diğer tarihçilerin naklettiği üzere Karmâtîler’den bazı zındıkların uzun bir dönem orayı ele geçirmelerine ve Haceru’l-Esved’i almalarına rağmen âlimler ve halktan hiç kimse orada namaz kılmaktan geri durmamıştır. İlim ehlinden hiçbirisi de Karmâtîler’in istilaları sebebiyle orada namaz kılmanın caiz olmadığı ve Mescid-i Dırara dönüştüğüne dair bir işarette bulunmamıştır.

Yakın ve uzak tarihte, farklı ve muhtelif yerlerde Allah’ın evleri (olan mescitler) için böylesi birçok şey meydana gelmiş; ancak ilim ehlinden hiçbir kimse bu mescitlerin “Mescid-i Dırara” dönüştüğünü belirtmemiştir.

Günümüzde ki Bazı Mescitlere Bizzat Mescid-i Dırar Hükmü Vermemiz Mümkün müdür?
Derim ki:Evet, eğer iki şart mevcut ise bir mescit için “Dırar” hükmü vermemiz mümkündür. Bu şartlar şunlardır:

a) Öncelikle bu mescidi yapmaya sevk eden temel unsurun Mescid-i Dırar’ın yapılış gayelerini veya bunlardan bazısını gerçekleştirmek olduğunu -zan ile değil-kesin bir şekilde tespit etmek gerekir. Eğer bu tespit ve tahkiki yapmak mümkün değilse ya da yaptıran kimsenin vefat etmesi sebebiyle o mescidin hangi amaç için bina edildiği bilinmiyorsa, oraya“Dırar” hükmü vermek caiz olmaz.

b) Zikri geçen mescidin konumuna dair araştırma ve inceleme işlemini, sonrada oranın hükmünü açıklamayı ilmiyle amil olan muttaki ulema yapmalıdır. Çünkü bir mescidin zarar verme amacıyla yapılıp yapılmadığını araştırmak niyet ve kasta dönük hafi/gizli işlerdendir. Hem bu niyet ve kastı ortaya çıkaran karine ve işaretleri de bilmek gerekir. Bunların tamamı ise meselenin iç yüzüne ve şer‘î delillere dair dakîk bir bilgiye ve ciddi bir çabaya ihtiyaç duyar. Bundan dolayı biz, avam tabakasının kendilerini Allah’ın evlerine “Dırar” hükmü vermeyle meşgul etmelerini -üzerine hiçte iyi olmayan sonuç ve neticeler terettüp ettiği için- uygun değildir.

Ey Allah’ın kulu! Allah’ın evlerinin kutsallığı ve bir takım hukuku vardır. Bu evler Allah’ın yüceltilmesi ve tebcil edilmesi gerekli olan şiarlarındandır. Bu şiarları yüceltmek, kalplerin takvasından ileri gelir.

Nitekim Rabbimiz şöyle buyurur:

“Kim Allahın hürmet (edilmesini emreylediği şey) lere saygıda bulunursa, bu, Rabbi katında kendisi için hayırdır.” (Hac, 30)

“Her kim Allah’ın şiarlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır.”
(Hac, 32)
Senin, Allah’ın evlerine bir takım pislik ve necis şeyleri atman ve buraları defi hacet için kullanman günah bakımından onlara haksız yere ve cahilce “dırar” hükmü vermenden daha ehvendir. (Zira) ilkinde mescidin bazı kutsalları çiğnenmekte iken ikincisinde “dırar” hükmü verildiği için mescidin tüm kutsalları haksız yere çiğnenmektedir.

Cami İmamının Sapmasının Mescide Tesiri Var mıdır? Ve Bu Sapma Orayı Dırara Çevirir mi?
Cevap: İmamın hak ve doğrudan sapmasının camiye bir tesiri olmadığı gibi orayı Dırara da çevirmez. Aynı şekilde bidat ehli sapık insanların o camiye sürekli gitmesinin de bu noktada bir tesiri yoktur. Böylesi bir cami ilk yapıldığı gün ki hüküm ve nitelik üzere kalmaya devam eder.

Dırar hükmünde olan bir camide müttaki bir insanın namaz kılıp orada imam olması nasıl ki orayı dırar olmaktan çıkarmıyorsa, takva üzere yapılan bir mescitte bir takım sapmaları bulunan bidatçi bir imamın namaz kılması da aynı şekilde orayı Allah’ın saygı atfedilmesi gerekli olan bir evi olmaktan çıkarmaz.

Bununla beraber imamın sapmaları iki kısımda değerlendirilir:

a) Kendisini küfre düşüren sapmalar. Bu, imamın şer‘an muteber bir engeli olmaksızın sarih küfre düştüğünde olur. Ki günümüzde tağutların tellallığını yapan namaz kıldırma memurları bunda dahildir. Böylesi bir durumda mescitte namaz kılmaktan değil de o imamın arkasında namaz kılmaktan uzak durmak gerekir. Çünkü (bu halette) o imamın arkasında kılınan namaz caiz değilken o mescitte kılınan namaz caiz ve sahihtir.İslam ulemasının tamamı küfre düşmüş birisinin arkasında namaz kılmanın caiz olmayacağı noktasında icma etmiştir.

İmam Şafiî “el-Ümm” adlı eserinde der ki: “Şayet kâfir birisi Müslüman olan bir topluluğa imamlık yapacak olsa, Müslümanlar onun “kâfir” olduğunu bilseler de bilmeseler de namazları sahih olmaz. Onun namaz kılması -eğer namazdan önce İslam’a girecek bir söz söylememişse-kendisini İslam’a sokmaz. Onun kâfir olduğunu bildiği halde arkasında namaz kılanlar çok kötü bir şey yapmış olurlar…” (el-Ümm, 1/168.)

İbn-i Kudâme el-Makdisî der ki: “Kâfir birisinin arkasında -onun kâfir olduğu ister namazın bitiminde bilinsin ister namazdan önce bilinsin-namaz kılmak hiçbir surette sahih olmaz. Arkasında namaz kılanların namazlarını iade etmeleri gerekmektedir…” (el-Muğnî, 3/438.)

İmam Nevevî der ki: “Küfre düşürücü bir bidat işleyen kimsenin arkasında namaz kılmak sahih değildir.” (el-Mecmu‘ Şerhu’l-Mühezzeb, 4/252.)

Diyanet Vakfının hazırlamış olduğu “İman ve İbadetler” adlı İslam ilmihalinde şöyle geçer: “İmamın ergin (baliğ), belli bir aklî olgunluk düzeyine ulaşmış (âkil) ve tabii ki Müslüman olması şarttır. Küfrü gerektirecek bir inancı bulunan, bid’at ve dalalet ehlinin arkasında namaz kılınmaz.” (İman ve İbadetler, İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Yeni Şafak Gazetesi armağanı sf. 278.)

b) Kendisini açık küfür derecesine ulaştırmayan ve fasık bir bidatçi konumunda olduğu sapmalar. Böylesi bir durumda hem mescitte hem de o bidatçi imamın arkasında namaz kılmak caizdir. (Eğer imam bidat ehli sapık kimselerden ise, sapkınlıklarından ve fücurundan dönmesine yardımcı olur diye sözüne insanlar tarafından kulak verilen ilim ehli kimselerin onun arkasında namaz kılmayı terk etmeleri güzel görülmüştür. Tabi ki onun arkasında namaz kılmayı terk ederken namazlarını kılacakları daha efdal bir mescit ve imam bulmaları da şarttır. Şayet buna alternatif olacak bir mescit yoksa cemaatle namaz kılamama korkusundan dolayı o imamın arkasında namaz kılmaları kaçınılmaz olur.) Özellikle de cemaatle namaz kılmayı kaçırma korkusu varsa o zaman kişi için mezkûr imamın arkasında namaz kılması gerekli olur ve imamın (küfre düşürmeyen) sapmasının cemaatle namaz kılmaya her hangi bir manisi söz konusu olmaz. İbn-i Hazm rahmetullahi aleyhi şöyle nakleder:
“Osman (r.a) (muhalifleri tarafından) ev hapsine mahkûm edildiği bir sırada Ubeydullah b. Adiyy onun huzuruna girdi. Ona «Sen insanların imamısın. Şu anda başına gelenleri görüyoruz. Bizlere fitnenin başı (olan adam) namaz kıldırıyor, biz ise bundan rahatsız oluyoruz» dedi. Bunun üzerine Osman radıyallâhu anh ona: «Şüphesiz ki namaz insanların yapmış olduğu en güzel ameldir. İnsanlar güzellik yaptıklarında sende onlarla beraber güzellik yap. Eğer onlar kötülüğe bulaşacak olurlarsa sen onların bu kötülüklerinden uzak dur» diye karşılık verdi.”

İbn-i Ömer radıyallâhu anh Haccac’ın ve Necdet’in (Bu adam Haricîlerin “Necedât” kolunun lideridir. İsmi; Necdet b. Âmir el-Hanefî’dir.) arkasında namaz kılardı. Onlardan birisi Haricî, diğeri de İnsanların en şerlisi idi. İbn-i Ömer şöyle derdi: “Namaz güzel bir ameldir. Bu nedenle onda bana iştirak edenlerin kim olduğuna aldırış etmem!”

İbn-i Cüreyc der ki: “İmam Atâ’ya şöyle dedim: «Bir imam var. Bu imam, aşırı şekilde namazı geciktiriyor. (Böyle birisinin arkasında namaz kılınır mı?) ne dersin?» İmam Atâ: «Cemaatle namaz kılmam benim için (tek başıma kılmamdan) daha sevimlidir» dedi. Bunun üzerine ben: «Peki güneş dağların arkalarına gidecek şekilde sararırsa (o zaman yine de cemaatle mi kılacağız?)» dedim. Atâ: «Batmadığı sürece evet» dedi. Ben «İmam namazın hakkını vermiyorsa o zaman cemaatten ayrılayım mı?» dedim. Atâ: «Hayır, sen yine de onunla beraber kıl ve gücün miktarınca namazın hakkını vermeye çalış. Cemaat benim için çok sevimlidir» dedi.

Abdurrezak’ın Sufyan es-Sevrî kanalıyla naklettiğine göre Ebu Vâil, yalancı (peygamber) Muhtar ile beraber cemaat yapardı. ( Zikri geçen bu şahıs önceleri Hz. Hüseyn’in intikamını almak için ayaklanmış sonraları ise kendisine peygamberlik geldiğini iddia ederek mürtet olmuştur. Tam adı; “Ebu İshak Muhtar b. Ebi Ubeyd b. Mes‘ûd es-Sekafî”dir. Ali b. Hüseyn radıyallâhu anh bir gün Kâbe’nin kapısında ona lanet etmişti. Adamın birisi ona: “Allah beni sana feda etsin! O sizin uğrunuzda öldürüldüğü halde ne diye ona lanet okursun?” dedi. Bunun üzerine Ali b. Hüseyn radıyallâhu anh “Hayır, O, yalancı birisiydi. Allah’a ve Rasûlüne karşı yalan söyler ve peygamberlik iddia ederdi” dedi. Okuyucunun burada “Ebu Vâil’in peygamberlik iddia eden bir kâfirle cemaat yaptığı” gibi bir anlam çıkarmaması gerekir. Onun “Muhtar” denen yalancı ile cemaat yapması kendisinin peygamberlik iddia etmesinden önce vuku bulmuştur.)

Ebu’l-Eş‘as der ki: “Haricîler bizlere galip gelmeye başlamıştı. Ben de Yahya b. Ebi Kesîr’e: «Bunların arkasında namaz kılma hususunda ne dersin» diye sordum. Bana: «Kur’an senin imamındır. Onlar namazı kıldıkları sürece sende onlarla beraber namaz kıl» dedi.”

İbrahim en-Nehaî der ki: “Ben Alkame’ye «İmamımız namazı tamamlamıyor» dedim. O: «Fakat biz onu tamamlıyoruz» dedi. Yani “Onunla beraber kılıyor sonra kendimiz onu tamamlıyoruz” dedi.

Hasan-ı Basrî der ki: “Mümin kimseye münafık birisinin arkasında namaz kılması zarar vermez. Münafığa da müminin arkasında kılmış olduğu namaz fayda sağlamaz.” (Münafıklar asıl itibarı ile kalplerinde küfür gizledikleri halde dış görünüş olarak tam bir muvahhittirler. Bu durumlarını inananlardan gizli tutmaya çalıştıkları için hiçbir küfür ameli izhar etmezler. Bundan dolayı zahir emirde “Müslüman” kabul edilirler. Dolayısıyla biz onların dünyevî hükümler açısından Müslüman olduklarına hükmeder ve arkalarında namaz kılarız. Bundan dolayı da bir sorumluluğumuz yoktur; çünkü bizler zahire göre hüküm vermekle mükellefiz. Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh’in kastettiği de budur. Yani “hakikatte münafık olduğu halde dış görünüşte Müslüman olan bir kimsenin arkasında kılınan namaz mümine zarar vermez” demektir. Aksi halde münafık olduğu kesin olarak bilerek bir kimsenin arkasında namaz kılmanın caiz olduğu anlamı çıkar ki, bu, Ehl-i Sünnetin temel ilkeleri ile çelişmektedir. Bu yanlış anlamlandırmaya düşmemek için Hasan-ı Basrî’nin sözünün ne manaya geldiğini biraz açıklamak gerekti.)

Katâde der ki: “Saîd b. Museyyeb’e «Acaba Haccac’ın arkasında namaz kılabilir miyiz?» diye sordum, o, «Şüphesiz ki biz, ondan çok daha şerli insanların arkasında namaz kılıyoruz» diyerek yanıt verdi.

İbn-i Hazm tüm bu nakillerden sonra der ki: “Biz sahabenin Muhtar es-Sekafî, Ubeydullah b. Ziyad, Haccac ve bunlardan daha fasık kimselerin arkasında namaz kılmaktan sakındıklarına dair bir şey bilmiyoruz. Bu, Ebu Hanife’nin, İmam Şafiî’nin ve Ebu Süleyman’ın görüşüdür.” ( el-Muhallâ, 3/129.)

İbn-i Teymiyye der ki: “Sahabe, Haccac’ın, Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sekafî’nin ve bunların haricindeki kimselerin arkasında hem Cuma namazını hem de normal namazları kılmaktaydılar. Çünkü Cuma ve cemaat namazlarını kaçırmak fesat bakımından facir bir imama uymaktan daha büyüktür. Özellikle de bu namazları terk etmek o imamın fücuruna engel olmuyorsa (fesat daha da büyük olur). Ki bu durumda mefsedet ortadan kaldırılmaksızın şer‘î maslahat terk edilmiş olur. İşte bu nedenle böylesi imamların arkasında mutlak surette Cuma ve cemaat namazlarını terk edenler selef nezdinde bidat ehlinden kabul edilirdi.” (Mecmûu’l-Fetâvâ, 23/343.)

Durumu Kapalı Olan Bir Mescitte ve Durumu Kapalı Olan Bir İmamın Arkasında Namaz Kılmak Caiz midir? Ya da Diğer Bir İfadeyle Namaza Başlamadan Önce Mescidin “Dırar Olup-Olmadığını” ve “İmamın Akidesinin Sıhhatini” Araştırmak Caiz midir?
Cevap: (Dırar mı değil mi diye) durumu bilinmeyen bir mescitte namaz kılmak caizdir. (İslam ülkesinde ki camilerden bahsediliyor) Aynı şekilde durumu kapalı olan imamın arkasında namaz kılmak ta caizdir.(İslam ülkesinde durumu kapalı olandan bahsediliyor. Yoksa günümüz tağut imamlarından bahsetmiyoruz.) Namazın bir şartıymışçasına mescidin bina ediliş amacını araştırmak caiz değildir. İmamın akidesinin sıhhatini bilme noktasında araştırma yapma ya gelince; eğer arkasında namaz kılacağımız imam genellikle Müslümanların imamlık yaptığı bir yerde ise, o zaman araştırma yapmak bidattir. Yok, eğer genellikle küfre düşmüş insanların imamlık yaptığı bir bölgede ise o zaman araştırma yapmak -bidat olması şöyle dursun-aksine gerekli bir şeydir. Bugün yaşadığımız coğrafya itibariyle bir insan imam olmak istediğinde küfür içerikli maddelerin altına imza atmadan göreve başlayamıyor. Bu kesin olan ve kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir gerçektir. Böylesi bir yerde yaşayan Müslümanların araştırma yapmaları bidat olmaktan öte dinî bir zorunluluktur.

İbn-i Teymiyye der ki: “İmama uyacak kimsenin imamın itikadını bilmesi ve “Neye inanıyorsun?” diyerek onu imtihana çekmesi imama uymanın şartlarından değildir. Böylesi bir kimse durumunu bilmediği kimsenin arkasında namazını kılmalıdır. Birisinin: «Ben malımı ancak bildiğim kimseye teslim ederim» demesi -ki o bununla ‘Ben nasıl ki malımı tanımadığıma teslim etmiyorsam, aynı şekilde namazımı da bilmediğim birisine teslim etmem’ demeyi kastediyor-cahil birisinin edeceği bir sözdür. İslam âlimlerinden kimse böyle bir şey dememiştir. Kişi malını tanımadığı birisine teslim edecek olsa o kişi bazen bu malda ona ihanet eder bazen de onu zayi edebilir; ancak imama gelince; eğer o hata edecek olsa veya unutsa ona uyan kimse bundan sorumlu olmaz.

Rasûlullah sallalâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“İmamlarınız sizin için namaz kıldırıyorlar. Eğer doğru kıldırırlarsa siz kıldığınız namazın sevabını alırsınız. Buna karşılık hatalı namaz kıldırırlarsa kıldığınız namazın sevabını siz alırsınız, günahı ise onlara olur.”(Buhârî, 694 numaralı hadis.)

Bu hadiste Rasûlullah sallalâhu aleyhi ve sellem imamın hatasını onlara değil, namaz kıldırana has kıldı.”(Mecmûu’l-Fetâvâ, 23/351.)

İbn-i Teymiyye kitabının başka bir yerinde de şöyle der: “Durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılmak dört imama ve Müslümanların diğer imamlarına göre caizdir. (Şeyhu’l-İslam’ın “müslümanın arkasında” şeklindeki ifadesi biraz önce bizim söylediğimiz şeyi destekler mahiyettedir. Müslüman olduğu zannı galiple tahmin edilen birisinin -her ne kadar tanınmasa bile-arkasında namaz kılmak caizdir. Zannı galiple Müslüman olmadığı tahmin edilen kimsenin ise arkasında namaz kılmamak gerekir. Bugün tağutlara velayetini tamamen vererek küfür içerikli metinlere imza atan ve bu metin içerisindeki maddeleri telaffuz eden imamlar ise zannı galiple değil kesin bir surette dinden çıkmaktadırlar. İbn-i Nuceym el-Hanefî der ki: “Kim gerek şaka yere gerekse ciddi olarak küfür kelimesini söylerse tüm âlimlere göre kâfir olur. Bu konuda niyetinin hiçbir geçerliliği yoktur.” (el-Bahru’r-Râik, 5/134.) İmam Keşmirî, “İkfaru’l Mulhidin” adlı eserinde şöyle der: “Kısacası, kim, gerek alay ederek gerekse şaka yere küfür kelimesini söylerse ittifakla kâfir olur ve bu konuda itikadına (niyetine) itibar edilmez…” (İkfaru’l-Mulhidîn, Sf. 59.) Hanefi âlimlerinden Sadreddin el-Konevî der ki: “Kişi içeriğine inanmadığı halde isteyerek (ikrah olmaksızın) küfür kelimesini telaffuz etse küfre düşer…” (Şerhu’-Fıkhı’l-Ekber, sf. 241.) Kim «Ben Cuma ve cemaat namazlarını yalnız akidesini bildiğim kimselerin arkasında kılarım» derse, o sahabe, tabiîn, dört imam ve diğer imamlara muhalefet eden bir bidatçidir.” (Mecmûu’l-Fetâvâ, 4/542.)
Şüphesiz ki Allah duaları işiten ve onlara en iyi şekilde karşılık verendir.

Allah’ım! Peygamberimiz ve Önderimiz Muhammed sallalâhu aleyhi ve sellem’e, O’nun Âl ve Ashabına Salât ve Selam et.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder