3 Ocak 2016 Pazar

İSİM VE SIFAT TEVHİDİ -4- (ve kitap içerisindeki kavramlar)

Bismillahirrahmanirrahim, Hamd, yalnızca Allah'adır.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 


İman Unsurlarını Sabit Kılmada Kur'ân'ın Metodu: 

İptalcılar, itikâdın rükünlerini sabit kılmaya önem vermeyi, onun hududlarını müdâfa etmeyi, etrafındaki inhirafcıların ve sapıkların şüphelerini defetmeyi, müslümanlar için boş bir meşguliyet, doğru yoldan sapma ve zemmedilmiş bir aşırılık olduğunu iddia ettiler.
Bununla yetinmeyerek ehli sünnet âlimlerinin "Akîdetu-t Tahaviyye ve Akîdetul Vasitiye" (1) kitaplarına dil uzattılar. "Akidetu-t Tahaviyye ve Akîdetul Vasitiye" kitaplarını ileri sürerek bu ve emsâli kitaplarla meşgul olmayı fitne kaynağı, sapıklık, katılık ve aşırılık saydılar. Halbuki asırlar boyunca hidayete ermiş nesilleri Allah, bu kitaplarla, peygamber asrından sonra ortaya çıkan İslâm kisvesini giymiş putçuluk ve şirkten korumuştur. Oyun ve saptırmada ustalaşan bu iptalcılar Kur'ân metodunun böyle olmadığını yani akîdeyi (itikâdi konularını) beyân etmeyi, inkarcılarla münakaşa ve şüphelerine cevaplar arzetmediği vehmine insanları kaptırarak iddiada bulundular. Bu gibi sözleri tekrar edip söyleyenlerin ekserisinde; Kur'ân ve Sünnet'in, sahabe sîretinin ve ömürlerini İslâm akîdesini iptalcıların hilesinden, müfsidlerin te'viline karşı müdafa etmekle geçiren Selef-i Salihin'in fıkhı yoktur. İşte bu yüzden inadcıların şüphelerini cevaplandırmak ve mü'minlerde imân unsurlarını sabit kılmak için, Kur'ân'ın takip ettiği metodun bir yönünü burada açıklamak istedim.

Kur'ân-ı Kerîm İtikad'lar Manzûmesidir: 

Kardeşim, iyi bil ki Kur'ân-ı Kerîm nerdeyse bütünüyle itikâdlar manzûmesidir. Kur'ân'ın nüzûlüne (inişine) muâsır hiç bir din ve millet olmamıştır ki, onların itikâdlarını münakaşa etmiş, sorularına cevap vermiş ve sözlerini çürütmüş olmasın. İslâm akîdesini sabit kılmak için Kur'ân'ın metodu iki tarzdadır.

Birincisi: Allah, melekler, kitaplar, peygamberler ve âhiret günü hakkında mücerret haber vermedir. Zatı hakkında; "O Allah'dır ki, kendisinden başka hiç bir ilâh yoktur. (Ezelî ve ebedî) hayat ile diridir ve bizâtihi kâimdir, O'nu ne bir uyuklama ne bir uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? O bütün varlıkların önlerinde ve arkalarındaki gizli ve aşikar her şeyini bilir. Onlar ise Allah'ın dilediği kadarından gayrı ilâhî ilminden hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na zorluk ve ağırlık vermez. O çok yüce, çok büyüktür." (52)

Yukarıda, âyetteki sözü gibi yine: "O öyle bir Allah'dır ki, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Gizliyi de bilir, âşikarı da, O Rahman'dır ve Rahim'dir. O yine öyle bir Allah'dır ki ondan başka hiç bir ilâh yoktur, mülk ve saltanat sahibidir, her türlü noksanlık ve ayıptan beridir, bütün âfet, ayıp ve noksanlıktan sâlimdir, emniyet verendir, her şeyi gözetip koruyandır, herşeye galiptir, ceberûtiyet sahibidir, azâmet ve ululuk sahibi, Allah müşriklerin kendisine koştukları ortaklardan münezzehtir." (53) Ve yine; "(Ey Resûlüm) deki: "O Allah'ki birdir, her yaratığın muhtaç olduğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı O doğurulmadı da, hiç bir şeyde O'na denk olmamıştır." (54) âyetlerde olduğu gibi. Melekler hakkında ise: "Gökleri ve yeri yaratıp melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar (vasıflar) ziyade eder. Muhakkak ki Allah herşeye kâdirdir." (55) âyeti gibi. Peygamberleri vasfedip haber vermesi ve kıyamet günü olacakları anlatması da aynen böyledir.

Kur'ân'ın İtikâd Unsurlarını Sabit Kılmada Takip Ettiği Diğer Metod:

Sapıkların şüphelerine vermiş olduğu çeşitli cevaplardır. Kur'ân, Arap müşriklerin kafirleriyle inançlarında münazara etmiş ve şüphelerine cevap vermiştir. Aynı şekilde hıristiyan, yahudi ve dinsizlerle de itikâdlarında münazara etmiş, gerek peygamberler gerekse kaza ve kaderle ilgili iddiâlarını ve davalarını iptal edip onları reddetmiştir. Arap müşrikleri Allah'a çocuk nisbet ettiklerinde melekler Allah'ın kızlarıdır dediler. Hristiyanlar ise İsa (a.s.) hakkında yahudiler de Uzeyr için aynı şeyleri söylemişlerdi. Allah'u Teâlâ onları reddederek şöyle dedi;

"Müşrikler dediler ki Allah kendisine çocuk edindi, O bundan münezzehtir. Bilâkis melekler kendilerine ikrâm olunan kullarıdır. Allah'ın sözü önüne geçmezler, emriyle hareket ederler." (56) Kafirler, öldükten sonra Allah'ın onları diriltmekten âciz olduğunu iddia ettiler. Allah'u Teâlâ şöyle diyerek cevap verdi: "Yaradılışını unutarak bize bir de misal getirdi" çürüyüp dağılmışken bu kemikleri kim diriltecek? dedi. (Ey Resûlüm) deki; onları ilk defa yaratan kim ise O diriltecek, O her yaratılanı tamamıyla bilir." (57)

Yine yahudiler Allah'ı cimrilikle ittiham ettiler, Allah'ın eli bağlıdır (cimridir) dediler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hâkk da; "Onların elleri de bağlansın (cimri olsun) dedikleriyle de lanet olundular, bilâkis O'nun iki eli de açıktır (cömerttir) istediği gibi infâk eder." (58) diyerek cevap verdi. Bir de biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz bizi azap etmez dediler. Allah da onlara şöyle dedi; "Bilâkis siz yaratılan kimselerden birer beşersiniz. O dilediğini mağfiret eder ve dilediğini de azap eder." (59)

Araplar'ın kafirleri; meleklerin ve putların (Lat, Uzza ve Menât gibi sâlih zannedilen kişilerin) şefaat edeceği iddiasında bulununca Cenâb-ı Hâkk onların sözlerini şöyle yalanladı; Melekler ancak O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler." (60) Ve "İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?" (61) Şirklerine kaderi bahane ettiklerinde, Allah'u Teâlâ peygamberine onlara cevap verme yolunu öğreterek şöyle dedi; "Kafirler diyeceklerdir ki Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız şirk koşmazdık, hiçbir şeyi de O'ndan izinsiz haram etmezdik. Deki (Ey Resûlüm); (bu iddiânızı doğrulayan) sizin bize gösterebileceğiniz bir deliliniz mı var? Siz sadece zandan ibaret birşeye tâbi oluyor, ancak yalan söyleyip duruyorsunuz. Deki; hüccetin en güçlüsü (kuvvetlisi) Allah'ındır." (62) Şayet bizler Kur'ân'ı düşünürek okumuş olsaydık sadece Bakara Sûresi'nde yahudilerin itikâdî şüphelerine cevap veren yüz altmış âyet bulurduk. Âl-i İmrân Sûresi'nde ise hristiyan ve müşriklerin şüphelerinin çoğuna cevap vardır. Nisa ve Mâide, ahkam sûrelerinden olmasına rağmen hristiyan ve yahudilere reddiyelerle doludur. Şüphelerin umumu itikâdî konulardadır. İbadetlerde İslâm'a tâbi olupta, muamelâtta ondan ğayrısına muhakeme edilmeyi helâl zanneden münafıklara da geçen iki sûrede aynı şekilde reddiyeler de vardır.

Allah böyle iddia edenin küfrünü beyân edip sadece O'na itaat etmekle ve her ihtilafta Resûlü'nün hükmüne göre muhakemeyi gerekli kılmakla ancak kişinin imanlı olacağına hükmetmiştir. Nisa Sûresi'nde "Râbb'ın hakkı için onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiç bir zorluk duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar." (63) âyetinde buyurduğu gibi. Bütün bunlarda önemli olan Kur'ân'ın itikâdî ve imânî bir vesika olduğuna sadece işaret ve tembihler de bulunmaktır. Bazı âlimler amelle ilgili hüküm âyetleri sadece ikiyüz tane âyet, sayısı altı bine kadar âyetlerin geri kalanın tümü itikâdî münakaşalar üzerinde olduğunu söylüyorlar.

Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm zamanındaki mevcut olan itikadlara ve nüzûlünden (inişinden) sonra insanların ne gibi iddialarda bulunacakları şeyler üzerinde tartışmıştır. Kur'ân'ın inişine muâsır batıl itikadlara cevapda vermiştir. Allah Resûlü (s.a.v.) de müşrikler, yahudiler ve hristiyanlarla böylece mücadele etmiştir. Sünnet, (hadis kitapları) Hz. Peygamber'in bunlarla yaptığı mücadele ve tartışmalarla doludur.

Akîde Sahasında Selef-i Salih'inin Cihadı: 

Ümmetin Selef-i Salihin'i de böyle yapmıştır. Arap yarımadasından çıktıklarında mecûsi, zındık, dinsiz felsefeciler veya ilâhiyatçılar gibi bir çok taife ve milletlerle karşılaştılar. Bütün bunlarla olan savaşı sadece İslâm kılıncının neticelendirdiğini ve bâtıl itikadları müslümanların kılınç zaferi ile yok ettiğini zanneden kimse hata etmektedir. Bilakis o zamanlar kılınç savaşına paralel (denk) ve beraberinde bulunan savaşlar da vardı. O da kalem, ilim, Kur'ân ve akîde savaşıdır ki, müslümanlar, putçu, mecûsi, zındıkl ve dinsizlik davetçilerine karşı bunda galip gelmişlerdir. Bu kafir milletlerden tesirlenerek müslümanlar içinde ortaya çıkan her türlü inhirafları veya bu milletleri reddetmek için birçok kitaplar te'lif etmişlerdir.

Asrın Sapık Ve Küfür Cereyanları: 

Zındık, mecûsi ve putçuluk inançları ve de felsefecilerin safsataları bugün müslümanlar arasında gizlenmiştir. Bunları öğrenip araştırmaya ve bu gibi itikâdlara cevap vermeğe ihtiyaç duyulmadığını zanneden kimse hata etmektedir. Çünkü evliya ve salih insanlara yapılan aşırılık, kabirlerini tavaf etme, onları vâsıta ve şefaatçı edinme işi, âvam müslümanların ve cahillerin etkilene geldiği putçuluk inançlarından başka birşey değildir. Bilâkis sırasıyla âlimlerden ve öncülük yapan meşhur kişilerden bir grup bile onların içindedir. Hakime kulluk, tağutlara muhâkeme olunma ve reisleri takdis etme hareketi bugünkü müslümanların genel olarak cehaletle veya inatlıkla onları takip etmeleri yeni bir putçuluktan ve aslı eskiye dayanan yeni bir şirkten başka birşey değildir. 

Aynı şekilde İlahî sıfatlarının hakiki manalarında tasarruf etmek, Cenâb-ı Hâkk'ın kendisini vasfettiği el, yüz, sevme, buğz, baldır, ayak, gelme, arş'a istiva etme, gülme, yakın ve uzaktan duyulan bir sesle konuşması gibi sıfatları inkâr etmek, ehl-i sünnet âlimlerin harp ettiği sahiplerini tekfir ettiği ve en kötü bir şekilde yok ettiği eskiden yayılmış bir zındıklıktan başka bir şey değildir. Hâlâ bugün bunlara tâbi olanlar ilim yuvalarını doldurmakta kendi itikâdlarına inanmayanları tekfir etmekte (kafir saymakta). Allah'ın Zatı için isbatladığı sıfatları, kabul eden kendisinden tenzih ettiğini tenzih edenleri, katılıkla suçlamaktadırlar. Ve hâlâ İslâm âlemini dolduran tasavvuf adamların umumunun inandıkları vahdet-i vücut inancı da hind ve mecûsi itikâdından başka birşey değildir. Belki bugün itikâdî fitneler müslümanların karşılaştıkları en derin dertlerden biridir.

Bugün ne kadar küfür vardır ki İslâm kisvesini giymiş, müslümanların beldesinde kendisini kabul ettirmek istiyor. Şiâ'larda "imamın" masûmiyeti ve rec'a (imamın geri dönüş) inancı, sahabeyi tekfir, Kur'ân'ın tebdil edildiği, İslâm davetinde Peygamber (s.a.v.)'in tebliğdeki başarısızlığı iddiası; İslâm kisvesini giymiş ancak dini, yeni bir yıkış hareketidir. Dînî hükümlerde, ayırım yaparak onu sadece ibadete sınırlandırmak, iktisâdî, siyâsî, ictimâî meselelerden sıyırmak, dini yıkıp, yaşantı yönünden onun hakiki rölünü yok etmektir. Müslümanların itikâdını karalayan, hurafe, bâtıl ve gülünç sözler, âsri kisvesini giymiş ancak eski cahiliyetlerdir. Ve bütün bunlara karşı mudâfaya ihtiyaç vardır. Dil bunun aleti ve meydanıdır. 

Bugün iptalcıların istediği tek şey, müslümanlardan, nereye sevk edildiğini, hangi itikâda inandıklarını, hangi zındığa veya müşriğe uyup peşinden gittiklerini bilmeyen parçalar meydana getirmektir. Allah'a hamd olsun davet sahasında bizler, Cenâb-ı Hâkk'ın dediği gibi deriz; "Allah ancak kişinin yapabileceği şeyi ona yükler." Binâenaleyh yeni bir ilim talebesine gerekli olmayanı biz âlime gerekli kılarız. Ve avama ve ümmiye gerekli olmayanı biz âlime gerekli kılarız. Avama ve ümmiye gerekli olmayanı da ilim talebesine gerekli kılarız. Ve herkes Allah'ın kendisine kolaylaştırdığı şeyle davet etmesi gereklidir. Bununla Selef-i Sâlihin bâtıl ve zındık ehline yazdığı reddiyeleri okuyan ancak müslümanlardır demiyoruz. Bilâkis Allah'ın Zatı hakkında haber verdiklerini inkâr, teşbih ve tahrif etmeden iman eden ancak hakiki müslüman olacağını söylüyoruz. Kimin bir şüphesi varsa o meselede Hâkk'ı öğrenip bilmesi kendisine vaciptir. Zındıklığı, şirk ve küfrü birbirinden ayırd edinceye kadar ona öğretmemiz üzerimize de vaciptir.

Metodumuz; tevhid inancını gücünün yettiği kadar müdâfâ eden, küfür ve putçu itikâdlar karşısında dikilen inançlı bir müslüman meydana getirmektir.

BU ESER

İsim ve sıfat tevhidinin, bu ümmetin Selef-i Salihin zamanında bilinmediği, akîdede yazılmış Tahâviyye, Vâsitiyye gibi kitaplara özen göstermenin bugün fâidesiz olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın "El" sıfatını isbat etmenin tevhidle ilgisi olmadığını iddia eden kimselere cevaptır. (64)

Bunu söyleyen kimselerin hidayetlerine hırslı olmamız, rüşde (hidayete) doğruya avdet etmelerini arzulamamız, itikâdî hata ve şüphelerine cevap vermemize mâni değildir. Çünkü bu tutum peygamberlerin (a.s.) sünneti, mü'minlerin siyaseti ve edebidir. Eskiden Musa (a.s.) kavmine şöyle demişti; "Şüphesiz siz cahillik eden bir milletsiniz." Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de bazı müslümanlara şöyle seslenmişti; "Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki İsrail oğullarının Musa'ya söyledikleri gibi dediniz. Onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh edin." (65) Yine bazı müslümanlara şöyle demiştir; "Kavminin ne kötü hatibisin, Allah'a ve Rasûlü'ne isyan eden helâk olur de."

Kitap ve Sünnet veya ehl-i sünnet davası; dinin hakiki hüviyetini ortaya koymak, dinin, inanç ve hükümlerinden şüpheleri defetmektir.

Bu eser İslâm'ın hududlarını müdâfaa etme ve diri tutmada bu dâvânın metodu için bir nümûnedir.


DİPNOTLAR

(52) Bakara Sûresi âyet 255
(53) Haşr Sûresi âyet 22-23
(54) İhlas Sûresi âyet 1
(55) Fatır Sûresi âyet 1
(56) Enbiyâ Sûresi âyet 26-27
(57) Yâsin Sûresi âyet 78-79
(58) Mâide Sûresi âyet 64
(59) Mâide Sûresi âyet 18
(60) Enbiyâ Sûresi âyet 28
(61) Bakara Sûresi âyet 255
(62) En'am Sûresi âyet 148-149
(63) Nisâ Sûresi âyet 65
(64) Bunun gibi sair sıfatların da isbatını, lüzumsuz görenlere cevaptır.
(65) Huneyn harbine giderken müslümanlar ulu bir çınar ağacı görürler. Cahiliyye devrine yakın olduklarından bu gibi ağaçlara ne yapıldığını biliyorlardı ve Allah Resûlü (s.a.v.) onların yanı müşriklerin Zatûl-envatı olduğu gibi bize de bir Zatûl-envat ittihaz eylesene Yâ Resûlullah derler. Binâenaleyh Allah Rasûlü de cevaben yukarıdaki sözünü irad eyler.



ESER'DE GEÇEN TERİM VE KELİMELER: 

Akide: (Çoğulu; "akâid"); inanılan şeyler, inançlar, itikâd edilen esaslar, iman, (akidetu ehli-s sünneti ve'l-cemaat); ehl-i sünnet ve'l-cemaat'ın inancı gibi.

Asıl: (Çoğulu; "usul"); temel esas, kök, bidâyet, dip, kütük, kâide kural, mebde, hakîkat, soysop, hâseb, neseb, birşeyin belli başlı kısmı, başı, yer, sıhhat, hakiki, esaslı, hâlis, sâf, esasen, zaten, başlıca, en ziyade, alel husûs, hakikaten.

Bid'at: (Çoğulu; "bida"); sonradan meydana çıkan şey, Peygamber (s.a.v.)'in zamanından sonra dinde meydana çıkan şeyler, âdetler, şer'î delile istinâd etmiyerek ve dine aykırı olarak îcad edilen şeyler, sahiplerine de ehli bid'at denir. İyi ve kötü bid'at ayırımı yoktur. Hadiste bütün bid'atlar dalâlette olduğu zikredilmiştir.

Berî: (Teberrî) bera'dan; uzaklaşma, uzak durma, çekilme, sevmeyip yüz çevirme, "zıddı velâ'dır". El velâ vel berâ kâidesi ve inancı. Allah dostlarıyla dost, şeytan dostlarıyla düşman olma.

Buğz: kin, nefret, sevmeme, eş manası "adâvet" düşmanlık, yağılık, husûmet, birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık, husûmet "El hubbu fillâh vel buğz'u fillâh" Allah için sevmek, Allah için nefret etmek.

Beyân: (Çoğulu; "beyânat"); izâh açıklama, anlatma, açık söyleme bildirme, öğretme, fesâhât ve belâğât, belâğât ilminin, hakikat, mecâz kinâye, teşbîh, istiâr gibi bahislerini öğreten kısmı, dâvet üslubunda beyân tebliğ'den sonra gelir.

Bâtıl: (Butlan'dan); boş beyhûde, yalan, çürük, asılsız, hurâfe, hâk olmayan, sahte, fıkıhta; rükünlerini veya şartlarını tamamen veya kısmen camî olmayan herhangi bir ibâdet veya muâmele.

Cehmiyye: Cehm İbni Saffan'a tâbi olanların fırka adıdır. Allah'ın sıfatlarını nefyedenler veya menfî niteliklerle tanıyanlar, Kur'ân mahluktur diyenler. Bu zındık fırkanın inançları mûtezileye intikâl etmiş bilâhare Mûtezile kelamı sebebiyle tesirini sünni kelamcılarda da göstermiştir.

Cebbâr: (Cebr'den çoğu. "Cebâbire"); Cebriyeci, zorlayıcı, zorba kuvvet ve kûdred sahibi Allah. Allah'ın esmâ-i hüsna'sından bir isimdir, sıfatı ilâhiyyedendir. İstediğini mutlak yapan, herşeye mûktedir olan, büyüklük, azâmet sahibi, ceberûtiyyet sahibi, mecbur eden.

Deccâl: Kıyâmetten az evvel çıkacak ve Hz. İsa (a.s.) tarafından öldürülecek olan yalancı ve zararlı şahıs, yalancı mesîh, hâkkı bâtıl, batılı hâk olarak gösteren şahıs, Peygamberimiz'in haber verdiği gelecek olan otuz yalancı Deccal gibi.

Dalâlet: (Dalâl) Doğru yoldan ayrılma, uzaklaşma, sapmak, sapıklık, azmak, Allah'a isyankâr olma, şaşkınlık, inhirâf etme.

Dâvet: Çağırma, çağrı, İslâm daveti gibi, ziyâfet, duâ, bir fikir kabul ettirmek için delillerini söylemek, getirmek.

Eş'ariye: İtikâdda kelamcı bir mezhep olan Allah'ın fiili sıfatlarını te'vil edenler. İtikâdda İmam Ebûl Hasan El Eş'âri'nin eski görüşlerine tabî olanlara Eş'ariyye denir; Ebûl Hasan El Eş'ârî itikâdda bilâhare Selef mezhebini tercih etmiş ve bu mevzuda bazı eserler vermiştir. Eş'ari'ler bu eserlerin ona nisbetini kabul etmemişler, sahih olan bu eserlerin ona âit olmasıdır.

Felsefe: Feylosofların mesleği, ilmi hikmet, maddeyi ve hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini ve sebeblerini, ilk unsurları ve ğaye cihetinden inceleyen fikrî çalışmada ve bu çalışmaların neticelerini toplayan ilim, herkesin hususî fikri, mantık, bir ilmin prensipleri meşhur bir feylosofa göre olan hususî prensipler, nazariyeler tabiat, huy ve mizâç sâkinliği, rahatlık, dinsizlik, zındıklık.

İzâfe: (Çoğulu; "ızâfât"); birşeyi bir kimseye veya birşeye nisbet etmek, yakın kılmak, isnâd etmek, katmak, karıştırmak, birşey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak, mâl etmek.

İhsan: İyilik etme, lütuf, bağış, bağışlama, Allah'ı görüyor gibi ibâdet etmek, güzel bilmek, güzel eylemek.

İctihâd: (Çoğulu; "ictihâdât"); gücü ve kuvvetini tam manasıyla kullanarak çalışma, gayret sarfetme, anlayış, kanaât, usûlü fıkıhta; şeri'at-ın ferî meselelerine ait hükümlerini, İslâm müçtehidlerinin, usûlüne uygun olarak Kur'ân ve hadîs-i şerîf'lerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları ve böyle içtihad eden zatlara müçtehid denir. Müçtehid ictihadında hata edebilir, isabette edebilir.

İcmâ: Toplama, dağınık şeyleri toplamak, hazırlamak, azm ve kasdeyleme, topluluk fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittihad etmesi. Usûlü fıkıhta; sahabe-i güzin hazretlerinin (r.a.) ittifakları ve söz birlikleri.

Kader: (Çoğulu; "akdâr"); inanılması İslâmî iman esaslarından olmak üzere insanların başına gelecek her türlü işlere dair Allah'ın bilip levhi mahfuz'da takdir'i ve yazması, kader'i ilâhî, takdir'i ilâhî, ezelî kısmet, alın yazısı, tâlî, baht, güç, kuvvet, tâkât.

Kaza: Olacağı ezelden Cenâb-ı Hâkk tarafından takdir olunan şeylerin vukûa gelmesi. Birdenbire olan musîbet, beklenmedik belâ, davaları görme işi, hüküm, hüküm verme, kâdının hükmü, kâdılık vazifesi, tutulmayan oruç borcunu usûl kâidesine göre sonradan ödeme, istemeden yapılan ve elden çıkan kötü iş, zararlı iş, ahdini yerine getirmek, ödemek, eda etmek emr, takdir, îcab, ölümü, birşeyi birbirine lâzım kılmak.

Münezzeh: ("Nezahat'"den) tenzih edilmiş, temiz, ârı, teberri edilmiş, pâk kusur ve noksanlıklardan uzak, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kötülüklerden tenzih edilen, Allah'ı kusur, noksan ve abeslikten mahlukata benzemekten tenzih etmek, edilmiş.

Fitne: (Çoğulu; "fiten"); insanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hâk ve hakikatten saptıracak şey, muhârebe, azdırma, karışıklık çıkarma, ara bozmak, dedikodu, fesad, küfür, şirk, fikir ihtilali, şikâk, kavga, delilik, mihnet ve belâ, sıkıntı, ayartma, dinsizlik, canilik, ceza, mal ve evlat, güzel yüz, güzel kadın, potada altın ve gümüş eritmek.

Fetva: (Çoğulu; "Fetâva"); müftü veya ehliyet sahibi bir din âliminin bir mesele hakkında verdiği müsbet veya menfî haber, malumat, şer'î hüküm veya karar, bilgi ve fetvâ sorana müsteftî denir.

Fesad: Bozuk ve fenalık karışıklık, haddi tecavüz edip zûlmetmek, fitnecilik (Zıddı salah'tır).

Furu'at: (Fe'rin çoğulu "furû"), ("furuâtta" "furû"nun çoğulu): Bir kökten ayrılmış kısımlar, dallar, budaklar, tomurcuk, bir aslın neticesi, ikinci derecede ehemmiyetli olan şey, şûbe, esastan olmayıp yeni bilgide ortaya çıkan meseleler, bir sülaleden gelmiş torunlar, çocuklar, fıkıhta; cüz'î hüküm ve kâideler, ahkam-ı cüz'iyye.

Gazab: Dargınlık, kızgınlık, darılma, kızma, hiddet, öfke, Allah'ın gazabı, şerir, çok fena adam, âfet, mûsîbet.

Hikmet: (Çoğulu "hikem") insanın, mevcudatın hakikatlarını bilip hayırlı işleri yapma sıfatı, hâkimlik, eşyanın ahvâl, haricî ve batînî keyfiyetlerinden bahseden ilim. Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kainatta ve yaradılıştaki ilâhî gâye. Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz. Sır, bilinmeyen nokta, ilim, adâlet ve hilmin birleşmesinden doğan değerli sıfat. Hâkk'ı hâk bilip imtisâl etmek, bâtılı bâtıl bilip ictinab etmektir. Allah'tan haşyet ve takva, verâ, akıl, söz ve hareketteki uygunluk. Hâk emre uymak Allah'ın yarattıklarında tefekkür, sünnet.

Mutâ Nikahı: Muayyen bir zaman için telezzuz maksadıyla anlaşmağa binaen ücret karşılığı üzere yapılan nikâh.

Maslahat: ("Sulh’"dan çoğulu; "mesâlih"); iş, emir, mesele, madde, sulh yolu, fayda, keyfiyyet, barış, düzenlik, zıddı "mefsede'dir."

Mazûr: (Özr’"den); özürlü olan muâf tutulan, mâzeret beyan eden, özür sahibi. Muttâlî: ("İttilâ"dan); öğrenmiş, haber almış, bilgili, haberdâr birisi, malumât sahibi. Mercii: ("Rucu"dan çoğulu; "merâcı’"); merkez, kaynak, başvurulacak yer kimse, müracaat edilecek yer, rucû edilecek, dönülecek yer, sığınılacak yer, söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse.

Masûm: ("İsmet"ten); günahsız, suçsuz, kabahatsız, küçük çocuk, hatâ'dan uzak tutulmuş, peygamberler gibi.

Mahfil: (Çoğulu, "mahafil"); oturulacak, görüşülecek yer, toplantı yeri, büyük camilerde, hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yer.

Mu'tezile: Aklına güvenerek kul işlediklerinin yaratıcısıdır, diyen ve Allah'a âit sıfatlarının manalarını nefyeden Kur'ân mahluktur diyerek ehl-i sünnet'ten ayrılan; dalâlet fırkalarından biri olup Hasan-ûl Basrî'nin meclisinden i'tizâl eden Vâsıl İbni Ata'nın yolundan giden kimselerdir ki, Kaderiyye de bunların kollarındandır.

Rububiyyet Tevhidi: Cenâb-ı Hâkk'ı tek Rab tanımak her zaman her yerde her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermede, kâinatı terbiye ve tedbir etmede, Mâlikü'l- Mülk olmasında tek bilmek ve tek kılmak. Bu tevhid; tevhid'in birinci kısmıdır. Bunu bilmek mü'min ve muvâhhid olmağa yeterli değildir. Çünkü Allah bu mefhumu zaten herkesin fıtratında yaratmıştır. Tevhid'in diğer kısımlarını da gerçekleştirmek gerekir. Havâriç: ("Haricinin" çoğulu); vaktiyle Hz. Ali'ye âsi olan fırkaî-dâlle fertlerinden herbiri, dışarıya âit içeriye âit olmayan dış ile alakalı, zorba ve âsi olan.

Hurâfe: (Çoğulu; "hurâfat"); inanılmaz, uydurma yalan rivayet, hikâye, masal, efsâne, batıl inanış.

İsim ve Sıfat Tevhidi: Cenâb-ı Hâkk'ı isim ve sıfatlarında tek kılma, hâs kılma gayrısına bu isim ve sıfatlardan birini takmamak. Bu tevhid; tevhid'in üç kısmından biridir. Eser bu kısımla ilgilidir.

İstilâh: (Çoğulu "istilâhât"); tabir, muayyen bir cemaatın, bir meslek erbabının, bir lafzı manayı lüğavisinden çıkararak başka bir mânâda müttefiken istimal etmeleri. Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim, erbabı ilim arasındaki ve herkesin anlamadığı kelime, muvâfâkat, uygunluk, barışmak, ittifak.

İhdâs: Yeniden birşey yapmak, icâd etmek, ortaya çıkarmak, koymak, meydana getirmek (bid'at ile muhdes müterâdîf mânâdadır.)

İnhıraf: (Çoğulu; "inhirâfât"); doğru yoldan sapmak, çıkmak, dönmek, bozulmak, değişmek, kırılma, gücenme, munharif olma.

İptal(cı): (Mubtıl); bâttâl etme, çürütme, boş hükümsüz bırakma, bırakılma, bozma, boşa çıkarma, lağvetme, feshetme, inkâr etme.

İfsad: Bozmak, azdırmak, fesada uğratmak, fitne salmak, karıştırmak.

İhtilaf: (Çoğulu "ihtilâfât"); anlaşmazlık, uyuşmazlık, aykırılık, karışıklık, ikilik, ayrılık, dindeki ihtilâflar rahmet değildir, bilâkis belâ ve mûsîbete ve fırkaya sebeb olmuştur. Bunun zıddı "ittifaktır" rahmet ondadır. İhtilaf etmek, geçmiş ümmetlere benzemektir. Allah'u Teâlâ şöyle buyuruyor; "Ey mü'minler! Kendilerine açık deliller ve âyetler geldikten sonra parçalanıp ihtilafa düşen hristiyan ve yahudiler gibi olmayın. İşte onlara çok büyük bir azap vardır." (Al-i İmran Sûresi âyet 105)

Rahman: Dünyada her canlıya, mü'min kafir demeksizin merhamet eden, acıyan, rızık veren Allah. Allah'ın güzel isimlerindendir.

Rahim: (Çoğulu; "Rahîmûn ruhemâ"); merhamet eden, esirgeyen, bağışlayan, koruyan, acıyan, şefkat eden, âhirette mü'min kullarına keremiyle muâmelede bulunan Cenâb-ı Hâkk. Bu isim O'nun güzel isimlerindendir. Kur'ân-ı Kerîm'de ikiyüz yirmi defa zikredilmiştir.

Ruşd: Doğru yolu bulup gitme, hâyra isâbet etme, doğruya erme, doğru düşünme, akıl sahibi olma, erginlik çağına girme, bulûğa erip bâliğ olma, mustakîm olma, kavî ve tedbirli ve metin olma.

Selef-i Sâlihin: Ehl-i sünnet ve cemaatın ilk rehberleri ve tabiin ile ashabın ileri gelenleri ve tebâe tâbiinden olan müslümanlar. "Selefiyye" ise itikadda ehl-i sünnet mezhebi üzerine olan sahabe ve tabiin'in gittikleri yol. Ve bu yolda giden fakihler ve muhâddisler ve bu mezhebden olanlar. Cenâb-ı Hâkk'ın varlığında, isim ve sıfatlarında ve diğer hususlarda Kur'ân-ı Kerîm'in ve hadîs-i şerîf'lerin âşikar olarak ne söylemiş ise aynen kabul edenler. Bunlara Eseriyye de denir.

Şirk: En büyük günah olan, Allah'a (c.c.) isimlerinde, fiillerinde, sıfatlarında, rubûbiyyetinde ve de ulûhiyyetinde bir ortak kabul etmek. İbadette başkasına nasip ayırmak veya gayrısına sarfetmek. Allah'la kul arasında ibadette vasıta kılmak. Şirk en büyük zulümdür. Mutlak kafir mânâsına da gelir. (Politeizim)

Şefaât: (Çoğulu; "şefâât"); şefaât etmek, avf için vesile olmak, âhiret günü bir kısım günahkar mü'minlerin avf edilmeleri ve itaatlı mü'minlerinde yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber Aleyhisselatu Vesselam'ın Allah'u Teâlâ'dan niyaz ve istirhamda bulunmaları, Allah'ın izin verdiği sair şahsiyetlerinde şefaat etmesi, aracı, vasıta.

Tevhid: Birleme tek kılma, tekleme, Allah'tan başka ilâh olmadığına inanma, Allah'ı rubûbiyyetinde, ulûhiyyetinde, fiillerinde, isim ve sıfatlarında tek kılmak, sadece O'na ibadet etme. İbadetleri O'na hâlis kılma. (Monoteizm)

Tebliğ: ("Buluğ"dan); taşıma, götürme, ulaştırma, bildirme, eriştirme, tebliğ-risalet; peygamberlere mahsus beş vasıftan birisi olan Allah'tan (c.c.) aldıkları emir ve kanunları inananlara aynen bildirmeleri. Bugün tebliğ vazifesini yapanlar peygamberlerin varisleri sayılırlar. İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek tebliğdendir. Beyân tebliğden sonra gelir.

Tazim: (Çoğulu; "ta'zimat"); hürmet, riâyet, büyükleme, yükseltme, büyük sayma, saygı gösterme, ikramda bulunma, bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunma.

Te'vil: (Çoğulu; "te'vilât"); sözü çevirme, söze ayrı mânâ vermeye kalkışma, yorumlama, âyeti zâhiri mânâsından çıkarıp kitap ve sünnetin ihtimal vermediği mânâlara hamletme. Te'vil; ilk müfessirlerden Taberî gibiler "tefsir" mânâsında da kullanmışlardır.

Tabî: (İttibâ) (çoğulu; "tâbiûn tevâbi"); birisinin arkası sıra giden, ona uyan, itaat eden, boyun eğen, bağlı kalan birinin emri altında bulunan, Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine delilini bilerek tâbî olma, ittiba etmek.

Taklid: (Çoğulu; "tekâlid"); takma, asma, kuşatma, benzetmeğe ve benzemeye çalışmak, benzerini yapmak, birine benzemeğe çalışmak, alay etmek, sahte bir şeyin sahtesini yapmak, dînî her hangi bir meselede delilini bilmeden birisini taklid etmek. Tekfir: Birisine "kafir" demek, kafir saymak, kafirliğine hükmetmek, İslâm dışı görmek.

Teşbih: (Çoğulu; "teşbîhat"); benzetmek, benzetilmek, benzetiş, bir vasıfta saymak veya zannetmek. Cenâb-ı Hâkk'ı mahlukata benzer vasıfta vehmetmek, bu küfürdür. Ve benzeten taifeye müşebbihe denir. Bunlar Horasan'da bu hareketin baş davetçisi Mukatil İbni Süleyman'a muntesib idiler.

Tahrif: Harflerin yerini değiştirmek, bozmak kalem karıştırmak, kendi menfaatı ve fikir taassubu yüzünden veya başkasının zararı için bir ibarenin mânâsını değiştirmek, başka tarafa meylettirmek.

Tenzih: (Nuzheden) kusur kondurmama, kabahat ve kusuru yoketme, suç ve noksanlıktan uzak sayma, Cenâb-ı Hâkk'a her çeşit kusur, noksan, ortak, mahlukata benzerlik gibi hallerden uzak bilip söyleme, kabahatı olmadığını anlaşılma ve O'nu ifâde etmek.

Uslup: (Çoğulu; "esâlîb"); tarz, yol, biçim, ifâde tarzı, usul, ifade yolu, dizmek, keyfiyyet, şekil, metod.

Ulûhiyyet Tevhidi: İbâdet ve taat edilmeğe ancak kendisi müstehâk olan Cenâb-ı Hâkk'ı (c.c.) O'nu ubûbiyyetinde tek kılma, halis kılma, bu kısım tevhid'in en önemli kısmıdır. Peygamberlerle kavimleri arasındaki mücadele, bu tevhid üzerine olmuştur. Unsur: (Çoğulu; "anâsır"); kimyevî maddelerden herbiri, mürekkep cisimlerde bulunan basit maddelerin herbirisi; umûmdan ayrılan kısım, tam olan bir şeyin parçaları, madde, esas, kök (element).

Vahiy: Bir fikrin bir hakikatın veya emrin Allah (c.c.) tarafından peygambere bildirilmesi. Lügatta vahiy; kelam, kitap, işaret, visâl, ifhâm, ilhâm, emir, teshîr, birşeyi harfiyyen i'lâm, bazı hususi maksadları tebliğ gibi mânâlarına gelir. Şe'riat'ta "vahiy": Dilediği ahkamı, esrarı ve hakâiki peygamberine rüya, ilham, kitap, irsâlı melek tariklerinden biriyle Cenâb-ı Hâkk'ın, ı'lâm ve ifham buyurması demektir.

Vâcib: (Çoğulu; "vâcibat"); gerekli, yapılması mecburi olan, farz olan, bir dînî emir, yerine getirilmesi her müslüman için zorunlu ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emri.

Vasıta: (Çoğulu; "vesâit"); aracı, birisi için vesile olmak, iki şeyi birbirine bitiştiren, ulaştıran şey, arada bulunan, araya giren, meyancı alet, araç, soy kuşağının herbiri. Dini tebliğde vâsıta zorunludur. Allah'a yapılan kullukta vasıta edinme kesinlikle haramdır. Şirktir. Cahiliyye âdetlerindendir.

Vahdetû-Vucût: Varlığın tek oluşu, vücûd birliği, tasavvufta felsefî bir inanç ve düşünce sistemidir. Eşyânın Hâkla ittihadı neticesinde eşyanın onda yok olması, herşeyin ondan bir parça oluşu nazariyyesi. Endülüs'lü Muhyiddin İbni Arabi bu fikrin öncülüğünü yapmış, takipçileri aynı şeyi savunmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu itikâdı ve saliklerini küfürle ittiham etmiştir. Bu düşünce İslâm'a tamamen yabancıdır. Zındık: (Çoğulu; "zenâdikah"); sapık Hâk'tan inhiraf etmiş, delalette olanların aldığı isimdir; dinsiz, imansız, müşrik, münâfık gibi.

Zem: (Çoğulu; "zümüm"); yerme, kınama, ayıplama, birisinin ayıplarını söyleme.

MÜELLİF: ABDURRAHMAN ABDULHALIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder