1 Ocak 2016 Cuma

İSNAD ve Merfu, Mevkuf, Maktu, Müsned Hadisler.

İSNAD

1. İsnadın Lügat ve Istılah Manâsı

İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli) olarak yük­seltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened ke­limesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zir­vesine yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder.


İsnad, başka milletlerde bulunmayan ve yalnız müslümanlara hâs olan bir sistemdir. İbn Hazm’in ifadesine göre.[422]hadîsin, Hazreti Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah’ın yalnız müslümanlara hâs kıldığı bir sistemdir. Her ne kadar yahudîlerde irsal ve i’dâl cinsinden is­nada benzer bazı rivayet şekilleri görülürse de, bunlar vâsıtasıyle Hazreti Musa’ya yaklaşmaları, bizim Hazreti Peygambere yaklaşmamız gibi de­ğildir. İsnad, bizi tâbi’ûn ve sahabe vâsıtasıyle Hazreti Peygambere yak­laştırdığı halde, onları, Hazreti Musa’dan ancak otuz asır sonrası bir devre kadar götürebilmiştir; yâni isnadın son bulduğu devirle Hazreti Mûsâ ara­sında otuz asırlık bir inkıta, bir kopukluk vardır. Bu bakımdan yahudîlerin elinde, peygamberleriyle ilgili kesin ve güvenilir haberler mevcut değildir. [423]

Hıristiyanlarda ise, talâkın tahrîmi İle ilgili birkaç haber müstesna, bu vasfa sahip bir nakil mevcut değildir. Fakat yalana ve yalancılara müstenid haberler, gerek yahudîlerde ve gerekse hıristiyanlarda bol miktarda görülür.[424]

İsnadın hadîs rivayetinde ve dolayısıyle İslâmiyetteki ehemmiyetine dâir hadîs imamlarından muhtelif sözler nakledilmiştir. Meselâ Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)’in “bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et” [425]Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)’nin “isnad, mü’minin silâhıdır” [426] Abdullah İbnu’l-Mubârek (Ö. 181)’in “isnad, dîndendir; o olmasaydı, isteyen istediğini söylerdi”[427] Ahmed îbn Hanbel (Ö. 241)’in “âlî isnad için seyahata çıkmak, önceki nesillerden bize intikal eden bir sünnettir. Nitekim Abdullah’ın as­habı, Kûfe’den Medine’ye rıhlet ederek Ömer’den dinliyorlar ve öğ­reniyorlardı” [428] Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî’nin “isnadın yakınlığı (âlî isnad), Allah’a yakınlıktır” [429] gibi sözleri, bunlardan bazılarıdır. Bu sözler, hadîsçiler arasında isnada verilen değeri gösterdiği gibi, birbirinden farklı senelerde vefat eden kimselere âit olması bakımından da, bu değerin muh­telif devirlerdeki derecesi hakkında da açık bir fikir verir.

Netice itibariyle isnad, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yalnız müs-lümanlara mahsus bir rivayet sistemidir. Ebû Alî el-Ceyyânî’nin belirttiğine göre, Allah, müslümanları diğer milletlerden üç özellikle ayırmıştır. İsnad, bu üç özellikten biridir. Diğer ikisi ise, ensâb ve i’râbtır. Nitekim el-Hâkim’in ve diğer imamların Mataru’l-Varrâk’tan rivayet ettiklerine göre, Kur’ân-ı Kerîm’den nazil olan ev esaretin min ilmin (yahut bir bilgi kı­rıntısı. .. [430] âyeti de, isnada delâlet eden ve bu manâda tefsir edilen bir ibaredir. [431]


2. Hadîs Rivayetinde İsnad Tatbiki

Yukarıda naklettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn’e âit bir söz, rivayetlerde isnad tatbikinin Önemini belirtmesi yönünden ayrı bir değere sahiptir. Eğer îbn Sîrîn’in Hicrî 110 senesinde vefat ettiği de gözönündebulundurulacak olursa, onun bu sözünden, hadîs rivayet edenlere hadîslerini kimlerden al­dıklarım sorma işinin ve dolayısıyle rivayette isnad tatbikinin oldukça erken bir devirde başladığı anlaşılır. Nitekim kaynaklardan Öğrendiğimize göre İkinci halîfe Ömer thnu’l-Hattâb’m, hadîs nakleden bazı kimselere, hadîslerini kimden ve ne zaman işittiklerini sorması ve onu başka kim­selerin de işitip işitmediğini araştırması [432] keza Alî îbn Ebî Tâlib’in, kendisine hadîs nakledenleri yemîne davet etmesi, [433] ilk isnad tatbikinin bazı işaretleri olarak gösterilebilir. Maamafîh sahabe devrinde, daha sonraki de­virlerde görülen mükemmel bir isnad tatbikini aramaya da gerek yoktur. Çünkü sahabe, Hazreti Peygamberin muasırlarıdır ve bunlarla Hazreti Pey­gamber arasında, onlara Hazreti Peygamberin hadîslerim nakleden başka bir nesil mevcut değildir. Her ne kadar küçük yaşta olan sahabîlerin çoğu, hadîslerim yaşlı sahabîlerden almışlarsa da, İslâm’ın bu ilk müntesibleri için yalan söylemek, veya söylenen yalanları Hazreti Peygambere isnad etmek elbette söz konusu değildir. Hepsi de udûl ve rivayetlerinde sadûk’turlar. Bu sebeple rivayet ettikleri hadîslerin garantisi olarak, veya doğru rivayet edip etmediklerini tahkik etmek maksadıyle, onlardan ha­berlerinin kaynaklarım sormak lüzumsuz gibidir. Fakat sahabe arasında ye­tişmeye başlayan yeni neslin, yâni tâbi’ûn neslinin hadîs rivayetine iştirak etmesinden sonra durum değişmiştir. Çünkü bu nesil içerisinde, sahabenin, katıksız, saf ve her türlü şüpheden uzak îmanına sahip olmayan kimseler de vardır. Yalan, bu kimselerin ağızlarından su gibi akmaktadır. Böyle olduğu içindir ki ilk defa üçüncü halîfe Osman îbn Affân devrinde fitne adı verilen bazı karışıklıklar başgöstermiş, Hazreti Osman şehîd edilmiş, Şî’a, Havâric, Mürcie, Cebriyye, Kaderiyye, Cehmiyye ve Mutezile gibi siyasî ve itikadî fırka ve mezhebler ortaya çıkmıştır. Bu fırka ve mezhebler, İslâm dünyasına yeni bir takım görüş ve inançlar getirmiş; fakat bu görüş ve inançlar, umu­miyetle, islâm inanç ve itikadına aykırı düşmüştür. Bu aykırılık ise, kendi mensuplarını, sahip oldukları görüş ve inançların müdâfasmda ve onlara îslâmî bir libas giydirilmesinde yeni bir takım faaliyetlere sürüklemiş; iç­lerinde muhafaza ettikleri İslâmî îmanın za’f ve noksanlığı sebebiyle de, giriştikleri bu faaliyetlerde kendi yönlerinden başarılı olmuşlardır. Çeşitli fırka mensuplarının, fıtratları icabı, kolayca başardıkları bu faaliyetlerin başında, inançlarım destekleyecek hadîsler uydurmak ve bunları Hazreti Peygambere isnad ederek halk arasında yaymak geliyordu.

İşte, daha önce mevzu hadîslerin zuhuru ile ilgili bölümde de açık­ladığımız bu gelişmeler, hadîsçileri, hadîs rivayet eden kimselerden, haber kaynaklarını sormaya, daha doğrusu isnadlaruıı daha titiz bir şekilde araş­tırmaya sevketmiştîr. Çünkü kişi için neseb ne ise, haber için isnad da o idi. İsnadın bu ehemmiyeti dolayisıyledir ki, yukarıda bir sözüne işaret et-tiğimiz Muhammed İbn Sîrîn’üı başka bir sözü, isnad tatbikinin başlangıcını belirtmesi yönünden de ayrı bir değer taşır. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle de­miştir: “Bidayette isnad sormuyorlardı. Ne zaman ki fitne zuhur etti, (hadîs rivayet eden kimselere), bize hadîs aldığınız kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Bakıyorlar, (ismi verilen şahıs) sünnet ehlinden ise, hadîsini alıyorlardı; bid’at ehlinden ise, hadîsini terkediyorlardı”. [434]

Burada şunu tekrar belirtmek gerekir ki, İbn Sîrîn’in bu sözü, fitneden önce hiç isnad kullanılmadığına delâlet etmez. Ancak, yukarıda da be­lirttiğimiz gibi, sahabîler, işitmiş oldukları hadîsin sıhhatinden mutmain olmak için, bazen kaynak soruyorlar, veya hadîsi nakleden sahabîden şâhid taleb ediyorlardı, fakat bu titizlik, karşılarındaki râvinin doğruluğuna gü­venmemekten değil, sadece kendilerini mutmain kılmak arzusundan ileri geliyordu. Yoksa isnad tatbiki, Araplar arasında câhiliyye devrinde de bi­linmekte ve bazı şiirlerini ve kıssalarını isnadlarıyle nakletmekte idiler. Bu­nunla beraber isnadın sistemli bir şekilde tatbiki, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sahabenin son, tâbi’ûnun da ilk devirlerinde ve müslümanlar arasında zuhur eden fitneden sonra başlamıştır. Muhammed İbn Sîrîn’in yukarıda naklettiğimiz haberine ilâveten, Müslim’in kesiksiz isnadla Mucâhid’ten naklettiği şu haber de aynı hususu teyîd etmektedir. Mucâhid der ki: “Bu-şeyr el-Adevî, İbn Abbâs’a gelerek Hazreti Peygamber şöyle dedi, Hazreti Peygamber böyle dedi, diyerek hadis rivayet etmeye başladı. Fakat İbn Abbâs onu dinlemiyor, hadîs rivayetine de müsade etmiyordu. Nihayet Bu-şeyr dayanamadı ve şöyle dedi: Yâ îbn Abbâs! Görüyorum ki benim Hazreti Peygamberden rivayet ettiğim hadîslere kulak asmıyorsun; beni dinlemiyorsun, îbn Abbâs Buşeyr’e şu cevabı verdi: Biz, bir zamanlar, bir kim­senin Hazreti Peygamber şöyle dedi, dediğini işittiğimiz zaman, onun söy­lediğini gözlerimizle Hazreti Peygamberden görüyor, kulaklarımızlada işitiyorduk. O zamanlar onun üzerine yalan söylenmiyordu. Fakat ne zaman ki halk, iyi olsun kötü olsun, sülük ettiği yolu ayırt etmez oldu; biz de ancak bildiğimiz hadîsleri almaya başladık’. [435]

Tâbi’ûn devrinde isnad gerçek değerini kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açık­lamaya davet etmişlerdir. Meselâ yukarıda ismi geçen İbn Şîrîn “bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et” diyerek isnada önem verilmesini tavsiye ederken, [436] Hicrî 124 senesinde vefat etmiş olan İbn Şihâb ez Zuhrî, kale Rasûlullah (s.a.s.) diyerek kendisiyle Hazreti Peygamber ara­sındaki râviyi atlayan İbn Ebî Ferve’yi azarlamış ve “hadîsini niçin isnada bağlamıyorsun da, bize ipi ve halkası olmayan hadîsleri rivayet ediyorsun?” demiştır.[437] Sufyân es-Sevrî (Ö.161) ve Abdullah Ibnu’l-Mubârek (Ö. 181)’in isnadla ilgili sözlerine yukarıda işaret etmiştik.

İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri hakkında tanzim edi­len biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin zayıf ve yalancı ol­duğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların istifadelerine sunulmuştur. [438]


3. İsnâd Çeşitleri

Hadîs ilminde isnadlar, ihtiva ettikleri râvi sayısının azlığına veya çok­luğuna, yahut başka bir ifade ile, bir hadîsi rivayet eden en son râviyi ilk kaynağına ulaştıran yolun kısalığına veya uzunluğuna göre değerlendiril­miş, onlara verilen bu değer, kendileriyle gelen hadîsler için de ayrı bir değer Ölçüsü olmuştur. Basit bir misalle açıklamak gerekirse, tâbi’ûndan olan bir râvi, Hazreti Peygamberin bir hadîsini, en kısa yoldan, ancak bir sahabî vâsıtasıyle alıp rivayet edebilir. Buna göre, tâbi’î ile Hazreti Pey­gamber arasında, hadîsi tâbi’îye ulaştıran sadece bir râvi vardır ve ı da sahabîdir. Bununla beraber, bazen bu isnadın uzadığı ve hadîsi tâbi’îye ulaş­tıran râvi sayısının arttığı görülür. Bu artış ise, tâbi’înin o hadîsi bir sahabîden değil de, kendisi gibi başka bir tâbi’îden almış olmasından mey­dana gelir. İlerdeki tabakalarda bazen bu artışın daha da çoğaldığı gö­rülebilir. Meselâ el-Buhârî, Sahih ‘indeki 22 kadar hadîsi, Hazreti Pey­gamberden sadece üç râvi vâsıtasıyle naklettiği, yâni kendisiyle Hazreti Peygamber arasında üç râvi bulunduğu halde, diğer hadîslerim, normal ola­rak, dört, beş veya altı râvi vâsıtasıyle nakletmiştir. İşte bu kısa açık­lamadan da anlaşıldığı üzere, isnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi olan isnada da nazil denilmiştir. [439]


a) Âlî İsnadlar

Alî, lugatta, yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv’dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahüı bir isnadla rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Yukarıda zikrettiğimiz misalden de anlaşıldığı gibi, bir tâbi’înin Hazreti Peygambere yakınlığı, hadîsi bir sahabî vâsıtasıyle ondan nakletmesidir.

Fakat tâbi’î, hadîsini nakletmek istediği sahabîyi görmemiş ve ondan hadîs işitmemiş ise, ondan işiten bir başka tâbi’îden hadîsi nakletmek zorunda kalır. Bu durumda, kendisiyle Hazreti Peygamber arasında , birisi kendisi gibi bir tâbi’î, birisi de bu tâbi’înin hadîs aldığı sahabî olmak üzere iki vâsıta bulunur ve dolayısıyle uluv, yâni Hazreti Peygambere yakınlık ortadan kalkmış olur. Halbuki bu tâbi’î, hadîsi, kendisi gibi başka bir tâbi’îden ri­vayet etmek yerine, o hadîsi rivayet eden sahabîyi arayıp bulsa ve ondan işitse idi, kendisi ile Hazreti Peygamber arasında yalnız o sahabî bulunacak ve dolayısıyle kısa yoldan ona ulaşmış olacaktı.

Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil olan aynı hadîsin diğer ri­vayetine tercih edilir. Çünkü bir isnadda yer alan ricalden herbirinin kendi cihetinden bir hatâ yapması ihtimali gözönünde bulundurulursa, ricalin bir isnadda çoğalması halinde hatanın da o nisbette artabileceği, buna karşılık daha az rical ile rivayet edilen bir hadîste daha az hatâ yapılacağı tabiîdir [440] Bu bakımdan uluv, isnada yüksek bir değer kazandırır. Hadîs imam­ları, âlî isnadla rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli se-yehatları bu sebepten ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu söz­leriyle açıklamıştır: “Âlî isnad talebi, bize seleften kalan bir sünnettir” [441]Filhakika bunun örneklerini gerek Hazreti Peygamberin hayatında ve ge­rekse sahabe ve tâbi’ûn devirlerinde görmek mümkündür. El-Hâkim Ebû Abdillah, Enes İbn Mâlik’ten şöyle bir. haber nakletmiştir: “Hazreti Pey­gambere herhangi bir şey sormaktan nehyolunmuştuk. Bu sebeple bir bedevinin ona gelip bazı şeyler sorması ve bizim de bunu dinlememiz ho­şumuza gidiyordu. Bir gün böyle bir adam geldi ve dedi ki: Ey Muhammed, bize habercin geldi ve senin Allah tarafından gönderildiğini söyledi; sen böyle diyormuşsun. Hazreti Peygamber, evet doğru, deyince, bedevi suallerine devam etti ve Allahu Ta’âlâ ile İslâm’ın şartlarına dâir birçok sual sordu; öğreneceğini öğrenip oradan ayrıldı”(18). El-Hâkim, haberi nak­lettikten sonra şöyle der: “Bu hadîs Müslim’in Sahîh’inde yer almış olup, âlî isnad talebinin caiz olduğuna delâlet eder. Bedevî, Allah’ın üzerlerine farz kıldığı ibadetleri Hazreti Peygamberin elçisinden öğrenmiş olmakla beraber, bununla iktifa etmemiş, Hazreti Peygamberin bulunduğu yere seyahat ederek elçinin haber verdiklerini bizzat onun ağzından işitmiştir” [442]

Buna benzer seyehatlar sahabe devrinde de görülür. Yine el-Hâkim’in bir haberine göre, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Mısır’da bulunan Ukbe İbn Âmir’e bir hadîs sormak için Medine’den Mısır’a gitmiş ve o hadîsi sorup öğrendikten sonra tekrar Medine’ye dönmüştür. El-Hâkİm’in ifadesine göre, o sıralarda bu hadîsi Hazreti Peygamberden işiten Ebû Eyyûb ile Ukbe İbn Âmir’den başka sahabî kalmamıştı. Bununla beraber Medine’de hadîsi ikin­ci elden alan kimseler de yok değildi. Ebû Eyyûb, hadîs üzerindeki te­reddüdünü izale etmek için Mısır’a gitmeden bu kimselere başvurabilirdi. Fakat o, bununla iktifa etmemiş ve hadîsi bizzat Hazreti Peygamberin ağ­zından işiten Ukbe’ye danışmak için Mısır’a gitmiştir’.[443] İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki kısımda mütalâ edilmiştir: [444]


l) Uluvv-i Mutlak

Güvenilir bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu ya­kınlık, Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî’nin ifadesine göre, Allah’a yakınlık gi­bidir. Çünkü isnadın yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise, Allah’a yakınlıktır.[445] Bu kısım, uluvvun en yük­sek derecesini teşkil eder ve buna uluvv- mutlak denir. [446]

Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, âlî isnadta aranması ge­reken en mühim şart, isnadın zayıf olmaması, hele içinde, sahabeden hadîs işittiğini iddia eden yalancıların bulunmamasıdır. îbn Hudbe, Dînâr, Harrâş, Nu’aym îbn Salim, Ya’lâ îbn Eşdak, ve Ebu’d-Dunyâ el-Eşec gibi bazı kimseler, sahabeden bazılarına mülâkî olduklarını ileri sürerek on­lardan bazı hadîsler rivayet etmişlerdir. Bu suretle isnadları uluv mer­tebesini kazanmış olmakla beraber, zayıflıkları dolayısıyle hiçbir değer İiade etmezler ve tabiatiyle daha sağlam olan nazil isnadlar, bu çeşit âlî isnadlara tercih edilirler’ [447]

Bazı hadîs eserleri gözden geçirilecek olursa, nazil isnadlar yanında âlî isnadların da yer aldığı kolayca görülür. Meselâ Mâlik İbn Enes’in âlî isnadı ikilidir; yâni İmam Mâlik ile Hazreti Peygamber arasında, biri sahabî biri tâbi’î olmak üzere iki râvî halkası yer almıştır. El-Buhârî, sayıları 22 yi bulan bazı hadîsleri, Hazreti Peygamberden yalnız üç râvi vâsıtasıyle nak­letmiş, bazı hadîslerin isnadında ise, râvi sayısı dokuzu bulmuştur. El-Buhârî’den sonra gelen hadîsçilerin âlî isnadlarmdaki râvi sayısı daha da artmıştır; bu artış, tabiatiyle, her gelen yeni nesille ve Hazreti Peygamber devrinden uzaklaştıkça fazlalaşmıştır. Meselâ Hicrî 256 senesinde vefat eden el-Buhârî’nin âlî isnadı, biraz Önce de kaydettiğimiz gibi, üçlü iken, Hicrî 911 senesinde vefat eden Celâlu’d-Dîn es-Suyûtî devrinde on ikili olmuştur. Es-Suyûtî bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu devirde bize ve bizim emsalimize semâ yolu ile ve muttasıl isnadla sahîh olarak gelen hadîslerin en âlî olanları, bizimle Hazreti Peygamber arasında on iki râvisi bulunan isnadlardır. Araya icazet girmiş olan hadîslerin âlî isnadları on birli, biraz zayıf olmakla beraber yalan sayılamıyacak olanlar onludur”.[448]

Uluvvun en yüksek mertebesi olarak açıklamaya çalıştığımız bu kısım, el-Hâkim Ebû Abdillah tarafından tenkide tâbi tutulmuş ve her nedense, râvi adedinin azlığı dolayısıyle tezahür eden Hazreti Peygambere yakınlık, matlûb olan uluvden addedilmemiştir. Kitabında âlî isnad talebiyle ilgili bazı haberleri zikrettikten sonra, uluvvun bilinmesi konusuna geçmiş ve şöyle demiştir: “…İsnadlardan âlî olanların bilinmesine gelince, bunlar, avamın zannettiği gibi, râvi sayısı bakımından Hazreti Peygambere yakın olan isnadlar değildir”‘. [449] El-Hâkim’in bu ifadesi, herhangi bir izaha lüzum hissettirmeyecek kadar açıktır. Ancak bu ifadeyi takip eden misaller, üze­rinde dikkatle durulması gereken bir Özellik arzeder. El-Hâkim, bu mi­sallerin birincisinde, kendisine âlî olarak ulaşan bir isnad verir. Bu isnadta uhıv, Ebû Hudbe İbrahim İbn Hudbe’nin Enes İbn Mâlik’ten rivayeti iti­bariyledir. Keza bunu takip eden misallerde, Abdullah İbn Dînâr’ın Enes’ten, Mûsâ İbn Abdillah et-Tavîl’in yine Enes İbn Mâlik’ten, Ebu’d-Dünyâ Osman İbnul-Hattâb’m Alî îbn Ebî Tâlib’ten rivayetlerini zikreder. El-Hâkim’e göre, bu ve buna benzer isnadlarla ihticac olunmaz; yâni bunlar delil olarak kullanılamaz. Hiçbir hadîs imamının musnedinde bunlardan nakledilmiş tek bir hadîs yoktur. O halde ricalin sayısına göre değil, fakat anlayışa göre bilinen âlî isnad daha başka bir şeydir. Çünkü Öyle isnadlar vardır ki, râvi sayısı yedi ile on arasında değiştiği halde, dörtlü olanlardan daha âlîdir. Bu esasa istinaden, meselâ Müslim’in Sahîh’inde yer alan el-A’meş’in “dört şey vardır ki kimde bulunursa, o kimse münafık olur” hadîsi [450]ve(ravj]j bir isnada sahiptir ve bu isnad âlîdir. Çünkü buradaki ya­kınlık, Süleyman İbn Mihrân el-A’meş’e olan yakınlıktır ve hadîs el-A’meş’in hadîsidir; el-A’meş ise, hadîs imamlarından biridir. Buna göre uluv, sahîh bir rivayette, hadîs imamlarından birine az bir râvi sayısıyle yakınlıktan ibarettir. [451]

El-Hâkim’den özetlediğimiz bu görüş, uluvvu, yalnız hadîs imam­larından birine olan yakınlık şeklinde ortaya koymakta, fakat Hazreti Pey­gambere olan yakınlığı uluvden saymamaktadır. Oysa daha sonraki mus-talahu’l-hadîs müellifleri, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, uluvvu beş kısma ayırmışlar ve Hazreti Peygambere yakınlığı, uluvvun en yüksek mertebesi olarak tavsif etmişlerdir. El-Hâkim ise, bu kısmı reddederek zayıf olan âlî isnadları misal olarak ileri sürmüştür. Halbuki daha sonraki müellifler, sahîh olan rivayetleri bahis konusu ederek, bu çeşit rivayetlerde Hazreti peygambere yakınlığı uluvvun en yüksek derecesi saymışlardır. [452]


2) Uluvv-i Nisbî

Uluvvun ikinci kısmı, uluvvu’t-tenzîl de denilen uluvu-i nishîdir ki, el-A’meş (Ö. 148), îbn Cureyc (Ö. 150), el-Evzâ’î (Ö. 157), Şu’be (Ö. 160), Mâlik (Ö. 179), Huşeym (Ö. 188) ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sa­yısının azlığı dolayısıyle, veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan bi­rinin rivayetine nisbetle ortaya çıkan yakınlıktır. Bu kısımda, Hazreti Pey­gamberle hadîs imamı arasındaki râvi sayısının azlığı veya çokluğu nazar-ı dikkate alınmaz; bu arada râvi sayısı çok olsa bile, uluv, hadîs imamı ile daha sonraki devirdeki hadîsin son râvisi arasındaki yakınlık ile teşekkül eder. Keza mutemed kitaplardan birine nisbetle olan yakınlık da, son râvinin, hadîsi, kitap tarîkmdan başka bir tarîkla rivayet etmesi halinde te­şekkül edecek olan yakınlıktır. Meselâ et-Tirmizî, Alî İbn Hucr’dan; o, Halef İbn Halîfe’den; o, Humeyd el-A’rec’ten; o, Abdullah İbnu’l-Hâris’ten; o da İbn Mes’ûd’tan “Allahu Ta’âlâ, Mûsâ fa.s.) ile konuştuğu zaman Hazreti Musa’nın üzerinde yünden bir cübbe vardı” hadîsim rivayet etmişti.[453] Bir kimse, et-Tirmizî tarikiyle bu hadîsi rivayet etse, o kimse ile Halef İbn Halîfe arasında meselâ dokuz râvi bulunduğu halde, bir cüz sahibi olan Hasan İbn Arafe vâsıtasıyle rivayet etse, kendisiyle Halef arasında yedi râvi bulunacak.[454]

a) Muvafakat: Muvafakat, mutemed kitaplardan birinin şeyhine, daha âlî bir başka senedle vusuldür.

b) Bedel: Uluvv-i nisbînin ikinci şekli bedeVdir ve buradaki muvafakat, musannifin şeyhinin şeyhi üzerinde hâsıl olur. Yukarıda ver­diğimiz ilk şema bedele misal teşkil eder. El-Irâkî, bir başka tarîkla et-Tirmizî’nin şeyhinin şeyhine vâsıl olmuştur ve et-Tirmizî ile aralarında muvafakat, onun şeyhinin şeyhinde vukubulmuştur.

c) Musâvât: Uluvv-i nisbînin üçüncü şekli musâuât’tır. Bu, kitap sahibi ile Hazreti Peygamber veya sahabî arasında kaç râvi varsa, bir kim­senin, bir başka tarîkla Hazreti Peygambere veya o sahabîye kadar aynı sa­yıdaki râviler vâsıtasıyle o hadîsi rivayet etmesidir.

d) Musâfaha: Bu musâvât, râvi ile değil de râvinin şeyhi ile kitap sahibi arasında olursa, buna da musâfaha denir ve uluvv-i nisbînin dör­düncü şeklini teşkîl eder.[456]

Bir başka uluv şekli, râvinin diğer bir isnaddaki râviye nisbetle erken ölmesi halinde teşekkül eder. Bu durumda meselâ, iki isnaddan birinde di­ğerine nisbetle râvi sayısının az olması bahis konusu değildir. İbnu’s-Salâh, ÜÇ râvi vâsıtasıyle el-Beyhakî (Ö. 458) ‘den, onun da el-Hâkim (Ö. 504)’den rivayetini misal olarak zikretmiş ve bu isnadın, yine üç râvi vâsıtasıyle Ebû Bekr İbn Halef (Ö. 487)’den, onun da el-Hâkim’den rivayetine nisbetle âlî ol­duğunu söylemiştir.[457]

Bu uluv, bir râvinin diğer bir râviye nisbetle erken ölmesi halinde bir isnad için verilen hükümdür. Yâni burada iki râvinin veya iki şeyhin vefat tarihleri nazarı dikkate alınarak yapılmış bir kıyas vardır. Bazen de böyle bir kıyasa gidilmeden tek bir isnad üzerinde durulur ve şeyhin ölümünün te-kaddümü halinde senedin âlî olduğuna hükmedilir. Çünkü şeyhin ölü­münün tekaddümü ile, ondan yapılan rivayet arasına uzun bir zaman gir­miştir. Bazılarına göre bu zaman 50, diğer bazılarına göre de 30 sene olarak tesbît edilmiştir. Bir başka ifade ile râvi, şeyhin ölümünden 50 veya 30 sene sonra rivayet etmiş olursa isnad âlî olur.[458]

Uluvvun başka bir şekli, râvi sayısı yine aynı olmak üzere, bir şeyhten işiten iki râviden birinin, diğerine nisbetle şeyhini daha evvel işitmesi ile te­şekkül eder. Yâni bir şeyhten, râvilerden biri altmış, diğeri kırk sene evvel hadîs işitmiş ise, birincisi diğerine nisbetle âlî sayılır. Bu çeşit uluv, bil­hassa âhır ömürlerinde ihtüâta maruz kalan güvenilir şeyhlerden hadîs alınması halinde değer kazanır. [459] Zira semâ’ı tekaddüm eden râvi, şeyhin hâl-i sıhhatinde, semâ’ı teahhur eden râvi ise, onu hâl-i ihtilâtmda işitmiş olur. Bununla beraber, bazen de şeyhin, ilk rivayetinden sonra itkan ve zabt derecesine baliğ olduğu gözönünde bulundurularak, semâ’ı teahhur eden râvinin isnadı âlî sayılır. Ancak bu uluv, uluvv-i manevîdir.[460]

İbn Tâhir ve İbn Dakîk el-îd, uluvvün son iki kısmında yer alan te-kaddüm-i vefat ve tekaddüm-i semâ’ı tek bir kısım içinde mütalâ etmişler, buna karşılık el-Buhârî ve Muslini ile diğer bazı meşhur kitaplara az bir râvi sayısı ile vüsûlü, uluvvün başka bir kısmı olarak zikretmişlerdir. Ay­rıca nadiren bulunan ve zikrinde zaruret görülen azîz hadîsler de, hangi yönden rivayet edilirlerse edilsinler, âlî sayılmışlardır. [461]


b) Nazil İsnadlar

Nuzûl kelimesi, uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın key­fiyetidir. Buna göre nazil, hadîs rivayetinde en son râvi ile Hazreti Pey­gamber veya hadîs imamlarından biri arasındaki râvi sayısının azlık veya çokluğuna, yahut meşhur hadîs kitaplarından birinin rivayetine, râvinin erken veya geç vefat etmesine, yahutta hadîs semâmın erken veya geç vu-kubulmasma göre, isnadın uzunluk veya kısalık yönünden kazandığı iki va­sıftan biridir. Diğer vasıf, daha önce üzerinde durulan isnadın âlî olmasıdır.

Bilindiği gibi âlî isnad, en son râviyi haberin kaynağına en az râvi sa­yısı ile ulaştıran en kısa yoldur. Bunlar, daha önce de açıklandığı üzere beş kısma ayrıldıkları gibi, nazil isnadlar da beş kısma ayrılırlar ve bu beş kıs­mın her biri, âlî isnaddaki kısımların mukabilidir. Buna göre, meselâ âlînin birinci kısmı, Hazreti Peygambere sahîh bir isnadla yakınlıktır. Nazilin bi­rinci kısmı da, aynı hadîsin rivayetinde daha çok râvi sayısı ve daha uzun bir isnadla Hazreti Peygambere ulaşmaktır. Meselâ el-Buhârî’yi üç râvi va-sıtasıyle Hazreti Peygambere ulaştıran isnad âlî olduğu halde, aynı had: sın altı veya yedi râvi ile gelen diğer bir isnadına nazil denir. Nazilin diğer kı­sımlarını da âlînin bilinen kısımlarına göre tesbît etmek mümkündür.

Nazil isnadlar, râvi sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata ya­pılması ihtimalinin fazlalığı dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet gör­memiştir. Bununla beraber, nazil isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine te­mayüz ederlerse, yahut âlî isnad râvileri hadîsi munâvele veya icazet gibi bazı münakaşalı tahammül yollarından biri ile aldıkları halde, nazil isnad râvilerinin semâ ile muttasıl oldukları görülürse, nazilin âlî isnada tercîh edilmesi tabiî olur. Zira isnaddan maksat, onun âlî veya nazil olanını bul­mak değil, fakat onun vâsıtasıyle gelen hadîsin sıhhatinden emîn olmaktır. Bu emniyeti temîn eden isnad, âlî veya nazilden hangisi ise, tercîh ona gö­redir. Nitekim Vekî İbnu’l-Cerrâh, bir gün ashabına: “Size göre el-A’meş, an Ebî Vâ’il, an Abdillah isnadı mı, yoksa Sufyân, an Mansûr, an ibrahim, an Alkame, an Abdillah isnadı mı daha iyidir?” sorusunu sor­muş, onlar da bu soruya: “El-A’meş, an Ebî VâHl, an Abdillah” cevabını vermişlerdir. “Çünkü bu isnad daha yakındır; yâni âlîdir”. Bunun üzerine Vekî onlara şöyle demiştir: “El-A’meş bir şeyhtir; fakat Sufyân, an Mansûr, an İbrahim, an Alkame isnadı fakîhun, an fakîhin, an fakîhin, an fakîhin isnadı gibidir”. [462]


4. İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri

Râvi halkalarından oluşan isnad zinciri, bir bakıma metne götüren bir tarîk, veya bir yol olduğuna göre, bu yolun, bazen Hazreti Peygambere kadar ulaşsa bile, bazen de yalnızca sahabîye, veya yalnızca tâbi’îye kadar ulaştığı olağan hallerdendir ve her kime ulaşmış ise, onun bize aksettirdiği haber de, o kimsenin söz veya fillerinden biri olup hadîs ilminde kendilerine hâs isimlerle belirlenmişlerdir. Buna göre isnad, ya Hazreti Peygamberde son bulmuştur ve dolayısıyle onun söz veya fiillerini aksettirir ki, bunlara merfû denilmiştir. Yahut sahabîde son bulmuştur; onların hadîslerine mevkuf denilmiş; yahutta tâbi’îde son bulmuş ve onun maktu denilen söz­lerini aksettirmiştir. Bunların yanında bir de musned denilen hadîsler var­dır ki, bunlar da, bazı görüş farklılıklarına rağmen genellikle isnadı merfû ve muttasıl olan hadîsler hakkında kullanılmıştır. İsnadla ilgili olarak or­taya çıkan bu hadîs çeşitleri hakkında aşağıda daha geniş bilgi verilmiştir.[463]


a) Merfû Hadîsler

Özellikle Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden -ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun – bütün hadîslere merfû denilmiştir. Bu söz, fiil ve takrirler, ya açık bir ifade ile Hazreti Peygambere isnad edilirler; yahutta bunlar Hazreti Peygambere açık bir şekilde isnad edilmemiş olsalar bile, onların, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olduklarına hükmetmekte herhangi bir güçlük çekilmez. Meselâ sahabînin “Peygamber (s.a.s.)’i işittim, şöyle dedi”, veya “bize şöyle buyurdu”, gibi ibarelerle naklettiği hadîsler tasrîhan merfû olan sos Zer’dendir. Yine sahabînin “Peygamber (s.a.s.)’in şöyle yaptığını gör­düm” diyerek naklettiği hadîsler, tasrîhan merfû olan fiiller’dendir. Tasrîhan merfû olan takrirler ise, yine sahabînin “Peygamber (s.a.s.)’in hu­zurunda şöyle yaptım”, yahut “fulan kimse Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda şöyle yaptı”, yahutta “Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda şöyle yapıldı” diyerek naklettiği, fakat Hazreti Peygamberin yapılan bu fiil ve hareketlere karşı inkâr veya itirazda bulunduğuna dâir hiçbir işarette bulunmadığı ha­berlerdir.

Söz, fiil ve takrir olarak nakledilen hadîslerin tasrîhan merfû ol­malarından maksat, bunların açık bir şekilde Hazreti Peygambere izafe edilmeleridir; yahut başka bir ifade ile, Hazreti Peygambere âit söz, fiil ve takrirler olduklarının, onları rivayet edenler tarafından açık bir şekilde ifade edilmeleridir.

Hükmen merfû olan, yâni Hazreti Peygambere aidiyetleri açıkça be­lirtilmeyen, bununla beraber, nakledilen haberlerin mahiyetinden ona âit oldukları anlaşılan ve merfû olduklarına hükmedilen hadîsler de, yukarıdakiler gibi, söz, fiil ve takrirlerden ibarettir.

İsrailiyyattan alınmamış, bir ictihadla, bir lügatin beyanı, veya bir garîb kelimenin şerhi ile ilgisi olmayan, fakat yaratılışın başlangıcı ve gelip geçmiş peygamberler hakkında maziye, harpler, fitneler, kıyamet gününün ahvali gibi geleceğe âit sahabî haberleriyle, bir fiilin yapılması halinde ka­zanılacak sevâb, veya bir başka fiilin yapılması halinde maruz kalınacak ıkabla ilgili Hazreti Peygambere isnad edilmeyen sahabî sözleri, hükmen merfû olan haberlerdir. Çünkü sahabînin bu konulardaki sözlerini, kendi nefsinden söylemesine, ictihadda bulunarak bunlardan haber vermesine imkân yoktur; dolayısıyle bu çeşit sözler, bunları ona haber veren bir baş­kasının bulunmasını gerektirir. Ona bunları haber verenin de ancak Hazreti Peygamber olduğuna hükmedilir ve dolayısıyle sahabînin bu konulardaki sözleri hükmen merfû olur. Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, sahabînin bunları bizzat Hazreti Peygamberin ağzından işitmiş olması şart değildir. Fakat Hazreti Peygamberden işiten bir başka sahabîden, ikinci ve hattâ üçüncü veya dördüncü elden işitmiş olması da mümkündür.

Hükmen merfû olan fiiller, içtihadına mecali olmadığı bir takım ha­reketlerdir ki, bunları Hazreti Peygamber yaparken gördüğünü söylemese bile, onların Hazreti Peygambere âit olduklarına hükmedilir. Meselâ eş-Şâfi’î, Hazreti Alî’nin küsûf namazını her rek’atta ikiden fazla rükû ile kıl­dığını haber vermiştir. Hazreti Alî’nin bu namazı kendi içtihadı ile bur.-kilde kılmış olabileceği söylenemez. Fakat bunu Hazreti Peygamberden böy­lece öğrendiğine hükmedilir ve küsûf namazının her rek’atta ikiden fazla rükû ile kılınması hükmen merfû olur.

Hükmen merfû olan takrirler ise, sahabînin, Hazreti Peygamber za­manında bir işi şu veya bu şekilde yaptıklarını haber vermesidir. “Biz Haz­reti Peygamber zamanında şöyle yapardık” denilerek nakledilen bir haberin hükmen merfü olduğuna şüphe yoktur. Çünkü sahabenin devamlı olarak yaptıkları bir fiilden Hazreti Peygamberin habersiz olduğu söylenemez. Keza yasak olan bir fiilin sahabe tarafından devamlı olarak yapılması da düşünülemez. Bundan şu neticeye varılır ki, Hazreti Peygamberin ya­pılmasına müsade ettiği veya müsamaha gösterdiği her fiil merfûdur.

Söz, fiil ve takrirler dışında sahabe ve tâbi’ûnun, sarîh bir tabir kul-lanmaksızm naklettikleri bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ bir tâbi’î, bir hadîsi sahabîye isnad ettikten sonra, hadîsi ref eder”, yahut “onu rivayet eder”, yahut “isnad eder”, yahut “ri­vayet ederek”, yahut “sözü sahibine ulaştırır”, yahutta “rivayet etti” gibi bazı tabirler kullanır; fakat meselâ “hadîsi ref eder” dediği zaman, sahabînin badîsi kime ref ettiğini, yahut “rivayet eder” dediği zaman, sahabînin hadîsi

kimden rivayet ettiğini tasrîh etmez. Bununla beraber, sözün asıl sahibinin Hazreti Peygamber olduğu anlaşılır ve hadîsin merfû olduğuna hükmedilir.

Sahabînin herhangi bir şey hakkında “bu şey sünnettendir” demesi de, ekseriyetin görüşüne göre merfû hükmündedir; ancak bu sünnet, herhangi bir sahabîye izafe edilir ve meselâ “bu, Ebû Bekr ve Ömer’in sünneti idi” de­nilirse, o zaman bu sünnetin merfû olmadığı anlaşılır. Bununla beraber, “bu şey sünnet cümlesindendir” ibaresinin dâima merfû olan bir sünnete delâlet etmediğini ileri sürenler de vardır. Meselâ bu konuda İmam eş-Şâfi’î’ye iki görüş isnad edilir ve bu görüşlerden ikincisi, mezkûr ibarenin dâima merfû olan sünnete delâlet etmediği yolundadır. Keza Şâfi’î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî, Hanefî imamlarından Ebû Bekr er-Râzî ve Zahirî imam­lardan İbn Hazm da sünnetin Hazreti Peygamberle diğerleri arasında de­ğiştiğini ileri sürerek bu görüşü benimsemişlerdir.

Sahabînin “fulân şeyden nehyolunduk” sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden gelmesi dolayısıyle merfû hükmünde dirler. Bununla beraber bazıları, emr ve nehyedenle başkalarının da kasdedilmiş olabileceği ihtimaline dayanarak, bu sözlerin merfû olmadığını ileri sürmüşlerdir.

Sonuç olarak denebilir ki, kaynağı Hazreti Peygamber olan ve ister muttasıl, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün söz, fiil ve tak­rirler merfû hadîslerdir.

Burada, merfû mursel denilen bir haber çeşidine de işaret etmekte fayda vardır. Eğer merfû hükmünde olan bir sözün, tâbi’îden sonraki râvisi zikredilmez ve tâbi’înin o sözü sahibine ulaştırdığı belirtilirse, bu söz merfû mursel olur. Çünkü tâbi’îden sonra isnadtan düşen râvi sahabîdir. Sahabî atlanarak Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere mursel denir. Bu­rada her ne kadar sahabî ile beraber Hazreti Peygamber de tasrîh edil­memiş ise de, tâbi’înin hadîsi ref ettiğine, veya rivayet ettiğine, yahutta sözü sahibine ulaştırdığına işaret olunmakla, hadîsin, mursel olmaktan başka merfû olduğuna da hükmedilir ve dolayısıyle hadîs merfû mursel olur. [464]


b) Mevkuf Hadîsler

Sahabeden, isnadı ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyledir. Bununla beraber, sahabîde son bulmuş her isnadla gelen habere mevkuf denilemiyeceğini de hatırdan çıkarmamak ge­rekir. Zira bazı mevkuf haberler, aslında hükmen merfû olabilirler. Bu ise, merfû hadîslerle ilgili bir evvelki bahiste de açıklandığı üzere, sahabîden mevkuf isnadla rivayet edilen bir haberin, Hazreti Peygamberin, söz, fiil ve takrirlerinden olması itibariyledir. Nitekim sahabînin “Hazreti Peygamber devrinde şöyle derdik” yahut “şöyle yapardık” demesi, bu söz veya fiilin Haz­reti Peygamber devrine izafe edilmesi dolayısıyle merfû hükmüne sahip ol­masını gerektirir; fakat böyle bir izafe yapılmamış, yahut bu söz veya fiilin merfû olduğuna delâlet edecek herhangi bir karine bulunmamış olsaydı, o haber sahabînin kendi sözü olması dolayısıyle ona mevkuf demek mümkün olurdu.

Mevkuf haberlerde isnadın sahabîye kadar muttasıl olarak gelmesi şart koşulmamış ise de, el-Hâkim’in mevkuf için verdiği tarifte “sahabîye kadar i’dal ve İrsal etmeksizin hadîsin rivayet edilmesi…” demesi [465] bazı hadîsçİler nazarında böyle bir şartın söz konusu edildiğini gösterir. Ancak bu görüş, çoğunluk arasında itibar görmemiş [466]isnadı muttasıl olsun veya olmasın, sahabe kavillerine mevkuf denilmiştir.

Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kul­lanılır ve meselâ hazâ mevkufun alâ Atâ’ denir. Bu tabir, isnadın Atâ’ya kadar geldiğine işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında kullanılmıştır. [467]


c) Maktu Hadîsler


İsnadı tâbi’ûnda son bulan ve tâbi’ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir. Eş-Şâfî’î ve et-Taberânî, maktu kelimesini, munkatî olan, yâni isnadı muttasıl olmayan haberler hakkında kul­lanmışlardır.[468] Bu kullanış, muhtemelen, kelimenin ıstılah olarak istikrar kazanmasından önceki bir devre âit olacaktır. Zira bu istikrar meydana gel­dikten sonra, maktu, isnadı muttasıl olarak tâbi’îye varan ve onda son bulan haberlere denilmiştir. Munkatî ise, Hazreti Peygambere nisbet olu­nan, fakat isnadında inkıta bulunan hadîstir. Bu bakımdan maktu, metinle ilgili konular arasında incelendiği halde, munkatî, isnada müteallik bir ko­nudur ve isnadın özelliklerinden birini teşkil eder. Şu var ki, maktu hadîslerin isnadları da, merfû ve mevkuf hadîs isnadları gibi, bazen mut­tasıl olmayabilirler. [469]


d) Musned Hadîsler

Umumiyet itibariyle isnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir. El-Hâkim Ebû Ab-dillah’ın musnedle ilgili açıklaması da bize bu tarifi vermektedir. Ona göre musned, “muhaddisin yaşı dolayısıyle işittiği açık olan şeyhinden rivayet et­mesi ve bu şekilde isnadın Hazreti Peygambere kadar ulaşmasıdır.

“Meselâ’bu hadîsi benim (söz el-HâkmVindir) Ebû Amr Osman ita a v, H%^makten işittiğim zahirdir. Onun da el-Hasan Ibn Mukrem den Ahmed ^-Sımakt™ Osman İbn Ömer’den, Osman Ibnişitügme TOnus ibn Yezîd’ten böyledir. Yûnus’un ez-Omertn, rtibatian l^uftur. Ka’b ise, Hazret, Peygamberin ashabmdandı, hadîs arasından diğerlerine delâlet etmek üzere seçılnnş bir örnektir. Buna karşılık meselâ-

“Bu da isnadıyle birlikte örnek olarak seçilmiş bir hadîstir. Fakat bu sanatın ehli olmayan kimse, bu hadîse baktığı zaman, onun ve senedinin sıhhatinden şüphe etmez. Halbuki öyle değildir. Çünkü Ma’mer İhn Râşid es-San’ânî sika ve emîn bir kimse olmakla beraber, Muhammed İbn Vâsi’den işitmemiştir. Keza Muhammed İbn Vâsi1 de sika ve emîn bir kim­sedir; fakat o da Ebû Salih’ten işitmemiştir. Bu sebepten hadîsin, şerhi uza­yıp gidecek bir illeti vardır. Bu da, kendisi gibi binlerce hadîs arasından se­çilmiş bir örnektir ve bunları, bu ilmin ehli olanlardan başkası anlamaz”.

“Musned hadîsin başka şartları da vardır. Bunlardan bazıları, meselâ: Musnedin mevkuf olmaması lâzımdır. Keza isnadında ittisalde şüphe yaratan rivayet tabirleri kul­lanılmamış olmalıdır. Bu şartları cemeden hadîs musnedtir. Ancak bu şart­ları cemeden her hadîs hakkında, biz, sıhhatle hükmetmeyiz. Zira sahîhin, sırasında zikredilecek olan başka şartları da vardır; bu sebeple her musned hadîs sahîh değildir” [470]

El-Hâkim’den naklen verdiğimiz musnedle ilgili bu açıklamadan an­laşıldığına göre, bir hadîsin musned olabilmesi için iki şart vardır. Biri se­nedin ittisali, diğeri de hadîsin merfû olması. İttisal, her râvinin, hadîsi, ri­vayet ettiği şeyhten bizzat işitmiş olması ve bu halin isnadın sonuna kadar devam etmesidir. Bu şarta göre, munkatı, mürsel, mu’dal ve müdelles gibi gibi senedinde kopukluk bulunan hadîs çeşitleri tarifin dışında kalmaktadır. Hadîsin merfû olması ise, senedin. Hazreti Peygamber ulaşması, yâni hadîsin Hazreti Peygambere isnad edilmesidir. Bazen senedi sahabîde kalan, fakat hükmen merfû sayılan hadîsler de, tabiatİyle bu tarîfin içine girmiş olacaktır. Musned için merfû şartının ileri sürülmesiyle de, mevkuf denilen sahabî ve maktu denilen tâbi’î sözleri tarîfin dışına çıkarılmış ol­maktadır.

O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri bir­birinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned ol­ması için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned de­ğildir. Bu itibarladır ki, el-Hâkim, musned tabirinin, ancak senedi muttasıl merfû hadîsler için kullanılabileceği görüşünü ileri sürmüştür.[471]

El-Hatîb’e göre musned, hadîs ehli nazarında, râvisinden son bulduğu yere kadar senedi muttasıl olan hadîstir [472]El-Hatîb’in bu tarifi, yukarıda açıkladığımız el-Hâkim’in tarifinden oldukça büyük bir farklılık arzeder. Zira el-Hatîb’in verdiği bu tarife göre, hadîsin musned olması için merfû ol­ması şart koşulmamıştır. Tarife dikkat edilecek olursa, isnadın son râvisinden nihayet bulduğu yere kadar muttasıl olmasının şart koşulduğu görülecektir ki, bir isnadın bazen sahabîde, bazen de tâbi’îde nihayet bul­duğu gözönünde bulundurulacak olursa, mevkuf ve maktu olan hadîslerin de tarîfin içine sokulduğu anlaşılır. O halde el-Hatîbe göre musned h.tdîs, ister merfû olsun, ister mevkuf veya maktu olsun, senedi muttasıl olan hadîstir.

Diğer taraftan el-Hatîb, buradaki ittisali de tarif etmiş ve “râvinin, bir üstündeki şeyhten hadîsi işitmesi ve isnadın başından sonuna kadar böyle devam etmesidir. Şu var ki, râvi, semâ’mı açıkça belirtmese ve an’ane ile iktifa etse bile, senedin ittisaline hükmedilir” demiştir.[473] İttisalle ilgili bu tarif de el-Hâkim’in tarifinden farklıdır. El-Hâkim, isnaddaki her bir râvi ile şeyhi arasındaki semâ’m açıklıkla bilinmesi gerektiğini ittisalin şartı olarak ileri sürmüşken, el-Hatîb, zahirî bir ittisal ile iktifa etmiştir ki, bu takdirde hafî olan bir inkıtayı, meselâ mudellisin an’ane ile rivayetini, yahut râvinin muasırı olan, fakat nıülâkî olup olmadığı bilinmeyen şeyhten rivayetini nazar-ı dikkate almamış olmaktadır.

Musned hakkında üçüncü bir tarif daha vardır; o da İbn Abdi’1-Berr en-Nemerî (Ö. 463)’nin tarifidir. Ona göre, ister senedi Mâlik an Nâfi an İbn Ömer anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi muttasıl olsun, ister Mâlik anVz-Zuhrî an Ibn Abbâs anVn-Nebiyyi (s.a.s.) gibi munkatı olsun -zira ez-Zuhrî, İbn Abbâs’ı işitmemiştir- Hazreti Peygamberden gelen hadîse musned denir; Çünkü hadîs, belirli bir isnadla Hazreti Peygambere izafe edilmiştir. Bu tariften anlaşılıyor ki, İbn Abdi’1-Berr, musned ile merfû arasında hiçbir ayı­rım yapmamaktadır. Nitekim bu tarîfı söz konusu eden Ibn Hacer, “bu tak­dirde İbn Abdi’1-Berr’e, merfû olsun, mursel, mu’dal ve munkatı olsun, bütün hadîslere musned denilmesini kabul etmek düşer; halbuki bu görüşte olan hiç kimse yoktur” diyerek itirazda bulunmuştur. [474]

Musned hadîslerin tarifi ile ilgili bu açıklamaya burada son verirken şu hususu da belirtmek yerinde olur: Gerek el-Hâkim’in ve gerekse el-Hatîb ve İbn Abdi’1-Berr’in tarifleri dışında yapılan musnedle ilgili tarifler, umumiyetle bu üç farklı tariften birinin tekrarından ibaret olmuştur. Meselâ îbn Hacer “hadîs ehli arasında musned denildiği zaman, zahiri ittisale delâlet eden bir senedle rivayet edilmiş sahabî merfûları anlaşılır” demiştir. [475] “Zahiri ittisale delâlet eden sened” sözü ile, zahiri munkatı olan hadîsleri ta­rifin dışına çıkarmış, bununla beraber, an’ane ile mudelles olan, yahut râvinin muasırı olup da mülâki olup olmadığı bilinmeyen şeyhlerden rivayet ettiği gizli bir inkıta ile muallel olan hadîsleri tarifin içine almakta bir beis görmemiştir. Zira İbn Hacer’e göre bunlar, hadîsi musned olmaktan çı­karmazlar. Nitekim hadîs imamları Musned adı altında telîf ettikleri ki­taplarda bu çeşit hadîslere de yer vermişlerdir. [476]

Ancak İbn Hacer’in tarifi ile ilgili olarak, bir noktaya daha işaret etmek yerinde olur. Müellif, musnedin tarifini verdikten sonra, bu tarifin, el-Hâkim’in görüşüne de uyduğunu kaydetmiş ve “zira el-Hâkim, musned ta­birini, muhaddisin şeyhinden, bu şeyhin de kendi şeyhinden semâ’ları zahir olarak Hazreti Peygambere kadar bu şekilde devam eden bir ittisalle rivayet ettikleri hadîslere ıtlak etti” demiştir.[477] İbn Hacer’e göre “muhaddisin şey­hinden semâ’ınm zahir olması” sözü içinde, gizli bir inkıtâ’ı bulunan is-nadlann da yer alması ihtimali mevcuttur. Halbuki bize göre, el-Hâkim’in tarifle ilgili olarak yaptığı açıklamadan böyle bir ihtimalin de önlendiği ve mutlak bir ittisalin şart koşulduğu anlaşılmaktadır.[478]


--------------------

DİPNOTLAR

[422] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s. 359.

[423] Prof. M.Tayyib Okiç, Horovitz’den naklen isnadla ilgili şu bilgiyi verir: “Horovitz, isnad sis­teminin klasik ve şark eski çağ literatürüne meçhul kaldığım itiraf etmekle beraber, onu, yahudîlerdeki rivayetlerin teyîd sistemine benzetmekte ve menşe itibariyle isnadın oradan geldiğine inanmaktadır. Horovitz, hem yahudîlerde de îslâm isnadına benzer bir sistemin mevcudiyetine işaret eder, hem de İslâm isnadının mükemmeliyeti yüzünden, sonraları yahudîler tarafından taklîd edilmeye başlandığını itiraf eder. Zira aynı müellif, yahudî Tal-mud literatüründeki rivayet materyaline âit kronolojik sıraya göre tanzim işinin, ancak milâdî dokuzuncu asır sonlarında başladığını ve bu gibi teşebbüslerin İslâm Devleti ül­kelerinde vâki olduğunu ve böylece, İslâm isnadının yahudîterin üzerindeki tesirini açıkça beyan etmiş olur”. Bkz. Bazı hadîs meseleleri üzerinde tetkikler, s. 8.

[424] Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s. 359.

[425] Müslim, Sahih, (Neuevî şerhi), I. 44.

[426] El-Kâsımî, Kauâ’ıdu’t-tahdîs, s. 186.

[427] Müslim, Sahîh (Nevevî şerhi), I. 45; el-Kâsımî, Kavâ’ıdu’t-tahdîs, s. 186.

[428] Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râuî, s. 359; el-Kâsımî, Kavâ’ıdu’t-tahdis, s. 186.

[429] El-Kâsımî, Kavâ’ıdu’t-tahdîs, s. 186.

[430] Ahkâf sûresi, 4.

[431] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 147-148.

[432] Ebû Hatim İbn Hıbbân, Kitâbu’t-târîh ve’l-mecrûhîn, v. İla.

[433] El-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 28; ez-Zehebî, Tezkiratu’l-huffaz, I. 10.

[434] Bu haberin rivayetleri için bkz. Müslim, Sahih (mukaddime), I. 15; İbn Ebî Hatim, Kltâbu’l-cerh ve’t-ta’dîl. I/l. 28; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’l-üel, II. 79; el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 122.

[435] Haber için bkz. Muslini, Sahih (mukaddime), I. 13.

[436] Haber için bkz. Aynı yer.

[437] el-Hâkim Ebû Abdillah, Mct’rifet ulûmi’l-hadîs, s. 6; Ebû Nu’aym, Hılyetu’l-evliyâ’, III. 365.

[438] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:148-151.

[439] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 151.

[440] Krş. Ibnu’s-Salâh, Ulümu’l-hadîs, s. 231.

[441] Haberin tam metni için bkz. Ma’rifet ulûml’l-hadîs, s. 5.

[442] Aynı yer.

[443] Aynı eser, s. 7-8.

[444] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:151-153.

[445] İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-hadİs, s. 231-232.

[446] Bkz. İbn Hacer, Nuhbetu ‘l-fiker şerhi, s. 79-80.

[447] Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râuî, s. 360.

[448] Bkz. Tedrîbu’r-râvî, s. 360.

[449] Bkz. Ma’rifH ulûml’l-hadîs, s. 9.

[450] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 78.

[451] Bkz. El-Hâkim, Ma’rifet ulûmi’l-hadîs, s, 11.

[452] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:153-155.

[453] Bkz. Sünen, IV. 224.

[454] Yedi veya dokuz kişilik bu rivayet, Hicrî 806 senesinde vefat eden el-Irâkî’ye göredir. Bkz. Et-Takyîd ve’l-îzâh (Ulûmu’l-hadîs’le birlikte, Haleb 1350), s. 217-218.

[455] Aynı yer.

[456] İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-hadîs, s.234; es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s.363-364; İbn Hacer, Nuh-betu’l-fiker şerhi, s. 81.

[457] Ibnu’s-Salâh, Ulûmu’t-hadîs, s. 235-236.

[458] Aynı yer.

[459] Ihtilât, “bir adamın akıl ve şuuru fâsid olmak manâsında müstameldir. Aklı ve şuuru fe­sada uğramış kimse hakkında ihtalata’r-raculu denir”. Bkz. Kamus tercemesi, III. 46.

[460] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s. 266-267.

[461] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 155-158.

[462] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 159.

[463] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 160.

[464] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 160-162.

[465] Bkz. El-Hâkim Ebû Abdillah, Ma ‘rifet ulûmi ‘l-hadıs, s. 19.

[466] Bkz. El-Cezâ’irî, Tevcîhu’n-nazar, s. 67.

[467] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 162-163.

[468] Es-Suyûtî, Tedrtbu’r-râvî, s. 117.

[469] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:163.

[470] Ei-Hâkim, Ma’rifet ulûmi’l-hadîs, s. 17-19.

[471] Bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s. 108.

[472] Bkz. El-Kifâye, s. 21; keza bkz. Es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, s. 107.

[473] El-Kifâye, s. 21.

[474] Bkz. Nuhbetu’l-fiker şerhi, s. 79.

[475] Aynı yer.

[476] Aynı yer.

[477] Aynı yer.

[478] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:163-166.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder