14 Aralık 2015 Pazartesi

TASAVVUF GERÇEĞİ

Tasavvuf ve Tarikat gerçeği

(Ebu Musab el-Muhacir'in "Kimin Dinini Yaşıyorsun" adlı kitabından alıntıdır)

Tarikatlerde şeyh herşeydir. O hem insanı kamil dir ve hakikat-i Muhammediye yi temsil eder. Hem kutup , hem gavstır. Mürit, Allah ile bitecek işin, ancak şeyhin araya girmesi ile olacağına inanır.

Tarikatçılara göre; “şeyhin bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir… Onun irşadı güneş gibidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır…”

Tarikatçılara göre şeyh, müritle Allah arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir. Mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Allah’ın tasarruflarıdır.


Tarikat inancında: “Mürşidler Allah’ın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah’ı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutmak gerekir.”

Kiliselerde papazlar Allah’ın yerine konulduğu gibi, tarikatlerde de şeyhler Allah’ın yerine konur. Allahı tüm noksan sıfatlardan tenzih ederiz.

Tarikatlarda Hulul İnancı

Bu inanca sahip olan sapkın milletleri ve tarikat ehli sufileri Allah kahretsin. Bunların inandıkları Hulûl, Allah’ın evren ve insanla bütünleşmesi, onların cisimlerine girmesi anlamlarında kullanılmaktadır.
Kökleri özellikle doğunun sapkın dinlerine dayanan bir batıl inançtır. İneğe, maymuna, fareye tapan Hintliler, taptıkları diğer sahte ilahları olan Vişnu’nun değişik insanların şekillerine girdiklerine inanırlar.
Aynı zamanda gulatı Şia ve Nusayrilerde Allah’ın, Ali bin Ebu Talib’in vücuduna  girdiği ve onunla bütünleşip, onda beden olarak cisimleştiğine inanırlar.
Bu sapık inanca sahip olan öncüler arasında Sufilerde vardır. Sufiler, Allah’ın kendi zatının veya O’nun kudretinin insanlara, hayvanlara, ağaca, taşa veya başka varlıklara geçip onlarda da bu tür ilahi özelliklerin olabileceğine inanırlar.
Bu tür inanış sahiplerini kimler ne olarak tanıtırlarsa tanıtsınlar, ne tür övücü ifadelerle onları aklamaya çalışsalar da bu insanların İslam dini ile uzaktan yakından alakaları yoktur. Velev ki günde binlerce kez kelime-i şehadet getirseler ve de dini ibadetleri yapsalarda bu kimselere müslüman denilemez.

Konuyla ilgili sofilerin enbüyük tarikat şeyhlerinden birkaç örnek vermek bunların nasıl bir sapkın inanca sahip olduklarını açıklamaya yetecektir.

1.Örnek:Şemsi Tebrizi

Celaleddin Rumi’nin şeyhi Şemsi Tebrizi’ye Allah’ın Kimya Hatun olarak geldiğini söylemesi:
Şemsi Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems’e kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin, Kimya Hatun’u buraya getirin dedi. Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır” buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatun’la konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems: “İçeri gel!” diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems’ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve: “Kimya nereye gitti?” dedi Mevlana. Şems: “Yüce Allah beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi” buyurdu.

2.Örnek:İbn Arabi

İbn Arabi’nin  Allah’ın en güzel görünümünün kadın olduğunu söylemesi:
Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey…
Nikâh (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir. Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok  kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah’ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir. Allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikâh (münasebet)tir.”

Bu zındık olan İbn Arabi’nin Fususu’l-Hikem kitabının Hz. Musa bölümüne bakılırsa, Firavun’un Musa’dan üstün olduğunu söylediğini görecektir.

3.Örnek:İmam Rabbani

İmam Rabbani’nin Mektubat’ından bir örnek:
Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahu Teâla’nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrıgöründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları haline ayrı ayrı zahir oldu.

4.Örnek: Beyazıd Bistami

Beyazıd Bistami’nin saçmalıklarından bazıları şöyledir: “Cehennem dediğin nedir ki? Onu görsem hırkamın ucuyla södürüveririm.” “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim.” “Ne de büyük zuhurum var.”

Beyazıd’ın Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlandığını söylemesi

Hakka erip Hak’la Hak ikamet edince bana izzet ve azamet kanadı verdi. Kanatlarımla uçtum, ama O’nun izzet ve azametinin (şeref ve ululuğunun) sonuna eremedim. İmdad diye O’ndan O’nunla meded istedim, zira O’nunla olmak için O’nunla olmaktan başka gücüm yok. Bunun üzerine bana lütuf gözüyle nazar etti, gücünden güç verdi, beni süsledi, kereminin tacı ile başımı taçlandırdı. Beni tekliğiyle tek, birliğiyle bir kılıp sıfatlarıyla vasıflandırdı, hiç bir kimsenin ortak olmadığı sıfatlarla. Sonra dedi ki birliğimde bir, tekliğimde tek ol. Kerem tacımı koyduğun başını kaldır ve şerefimle şereflendir, zorumla zorlu ol. Sıfatlarımla halka çık ki benliğimi benliğinde göreyim artık. Seni gören”beni görmüş, seni murad edinen beni murâd edinmiş olur, Ey yeryüzündeki nurum gökyüzümdeki süsüm!

5. Örnek: Hallac-ı Mansur

Hallac’ın hulul düşüncesiyle ilgili bazı sözleri şöyledir: “Senin ruhun benim ruhuma şarabın saf su ile karışması gibi karışmıştır.
Sana herhangi bir şey dokunduğunda bana da dokunur, Ey Allah’ım, her durumda sen, benimsin.
…………..
Ben sevdiğim O’yum ve sevdiğim O benim,
Biz bir vücudda sakin iki ruhuz
Eğer sen beni görürsen O’nu görmüş olursun,
Ve eğer sen O’nu görürsen ikimizi birlikte görmüş olursun.
………..
O yücelikte “Ben, “Biz”, veya “Sen” yoktur,
“Ben”, “Biz”, “Sen” ve “O” hep biziz.

Allah Subhanehu ve Teâlâ’yı tüm çirkin şeylerden tenzih ederiz. Allah, yarattıklarına benzemez. O, hiçbir mahlûkun cismine ve suretine girmez. Hulûl inancı ve onu çağrıştıran inanışlar İslam’ın red ettiği ve kişiyi kafir yapan inanışlardır.

İbni Arabi’nin, İmam Rabbani’nin, Celaleddin Rumi’nin, Beyazıd Bistami’nin, Hallac-ı Mansur’un vb. akidesinin hakikatına inanan kimse icma ile kafirdir. Bu hususta onları tekfir etmeyip susmayı tercih edenlere gelince bu kişiler mazur değillerdir. Aksine bu konuda susmaları küfürlerine sebep oluşturur.

Şeyhulislam İbn-i Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) Rufâi tarikatının bir kolu olan Betâihiye-i Ahmediye'ye mensup şey olarak isimlendirilen sihirbazlarla yaptığı münazarasını şöyle anlatır:

"Betâihiyye şeyhi sesini yükselterek şöyle dedi: Bizim şöyle şöyle hallerimiz (kerâmetlerimiz) vardır. Ateşe girmek ve buna benzer harikulade haller gibi şeylere sadece kendilerinin sahip olduklarını ve bu sebeple kendilerine teslim edilmesini iddia etti."

Şeyhülislâm İbn-i Teymiyye şöyle dedi:

"Bunun üzerine ben sesimi yükseltim ve hiddetlenerek şöyle dedim:

Ben, yeryüzünün doğu ve batısında bulunan her Ahmediye mensubuna sesleniyorum ve diyorum ki: Ateş konusunda ne yapmışlarsa, ben de sizin yaptığınızı yapacağım. Ateş kimi yakarsa, o mağluptur. -Belki de ateş kimi yakarsa, Allah’ın lâneti onun üzerine olsun, demişimdir-. Fakat vücutlarımızı sirke ve sıcak suyla yıkadıktan sonra ateşe gireceğiz. Bunun üzerine emirler ve insanlar, niçin bunu istediğimi sorunca, ben de onlara: Çünkü onlar, ateşle irtibata geçmeden önce bazı hileler yaparlar ve ateş kendilerini yakmasın diye vücutlarına kurbağa yağı, turunç kabuğu ve talk taşı gibi şeyleri sürerler. İnsanlar bunu duyunca bir gürültü kopardılar. Betâihiyye şeyhi gücünü göstermeye başladı ve söyle dedi:

Ben ve sen, vücudumuzu kükürtle sıvadıktan sonra bir elbiseyi kendimize dolayacağız. Bunun üzerine ben: O halde ayağa kalk, dedim ve sürekli ayağa kalkmasını ona tekrarlamaya başladım.
Elini uzattı ve gömleğini çıkarır gibi yaptı. Ben ona: Hayır, sıcak su ve sirke ile yıkanmadan olmaz, (ateş kendilerini yakmasın diye vücutlarına sürdükleri kurbağa yağı, turunç kabuğu ve talk taşı gibi şeyleri temizlemek için) dedim. Bunun üzerine her zamanki alışkanlıkları gibi aldatmaya başladı ve:

Kim amiri seviyorsa, ağaç veya bir bağ odun getirsin, dedi. Bunun üzerine ben: Bu, işi uzatmak ve toplanan insanları dağıtmaya yöneliktir ve bununla arzulanan şey hâsıl olmaz, dedim. Aksine bir kandil yakılsın, vücutlarımızı yıkadıktan sonra ben ve sen, parmaklarımızı yanan kandile sokacağız. Allah'ın lâneti, parmağı yananın üzerine olsun veya parmağı yanan, mağluptur, dedim.
Böyle deyince yüzü değişti ve zelil oldu."

Şiilik ve Tasavvuf’un benzer özellikleri

Tasavvuf ve Şia itikadi noktalarda oldukça benzer özelliklere sahiptirler. Bu iki sapkın taife Rasulullah ve ehlibeyte iftiraları ile de kendilerini göstermektedirler. Şia’nın özelliklerinden birisi ve belkide en belirgini kendilerine mahsus olan ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım özel ilimlere sahip olduklarına inanmalarıdır. Bu ilimleri Ali’ye nispet ederler. Çünkü onlara göre Rasulullah diğer müslümanlara söylemeyip onlardan gizlediği bilgileri Aliye bildirmiştir bu yüzden de Ali, islamın sırlarına sahiptir.

Bu sapkın şia’ya göre Ali’nin çocukları olan imamların (12 imam) ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum olduklarını, islam’ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını, Kur’an ve dinin hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler.

Tasavufçularda şialarla aynı yolu izlemişlerdir. Kendi tarikatlerinden olmayan kişilere karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin sahip oldukları ve tarikata mensup olmayan kişilerin elde edemeyeceği ledünni bilgilere sahip oldukları, bilgilerini keşf ve ilham yolu ile elde ettikleri, bilgilerin kalplerine aktıkları, irfan ve işrak yolu ile kalplerinin marifetle dolduğu iddiaları gelmektedir. Hatta kimileri Peygamberlerin ilimlerini bile gizli ilimleri yanında hor görürler. Salih kul (Hızır’ı) veli ve Musa’yı peygamber sayan tasavvufçuların hızır’ın bilgilerini Musa’nın sahip olduğu bilgilerden daha üstün kabul etmesi bunun açık ifadesi ve meşhur örneğidir.
Mesela meşhurlarından Beyazıd Bistabi  şöyle diyor: “Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize daldık”

Yine şöyle devam ediyor: “Allah’a yemin ederimki sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür. Sancağım nurdandır. Altında cinler, insanlar ve bütün peygamberler bulunmaktadır.”   Şia ve tasavvufçular inanç ve bilgi sistemini batın ve gizli yola dayandırmışlardır.

Şiaların imamları tasavvufçuların ise şeyhleri hakkında söyledikleri şeylerde aynıdır. Şia’nın birçok fırkasına göre, imamlar, Rasulullah’tan sonra insanları yönetmek için Allah tarafından seçilmişlerdir. İsmailiyye ve Nusayriyye gibi rafıziler Allah’ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylerler. Kimileride imamların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutarlar. Sözde islam devrimcisi Humeyninin bu konudaki sadece bir sözü şöyledir: “Mezhebimiz gereğince bu manevi makamlara melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel de erişemez.”
Şialar nasılki imamlarına Allah’ın sıfatlarını vermişlerse tasavvufçularda veli olduklarını söyledikleri şeyhlerine aynı sıfatları vermişlerdir.

Örnek olarak Ahmed Dede’nin Celaleddin Rumi için söylediklerine bakalım: “Bugün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır.”
Yine şöyle der: “Üzerine türbe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle demiştir: Kubbemi uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet günü şefaat ederim ve onu cennete koyarım.”

Yine şöyle der: “Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve Kevser suresini okuyup ağlıyordum. O anda Allah bana tecelli etti ve aklım başımdan gitti. Kendime geldiğimde gaybten bir ses bana: “Ey Celaleddin! Seni müşahede makamında kıldım, bugünden sonra senden mücahede istemiyorum, dedi. Şüphesiz Tur dağı Allah’ın bir bakışıyla yerinden oynayıp paramparça olduysa, üç gün içinde celal güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!”

Şia ve tasavvufçular kabirlerden yardım isteme, (imam ve şeyhlerine verdikleri günahsızlık) masumiyet, (ehli sünnet’in anlayışının dışında şamanizm safsatasına dayanan) Keramet, Takıyye vb. konularda da ortak düşüncelere sahiptirler.

Şia ve tasavvufçuların ortak özellikleri oldukça çoktur ve burada tümünü zikretmek mümkün değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder