29 Aralık 2015 Salı

NİSA 59. AYETİN TEFSİRİ


Mukaddime:

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın ismiyle… Hamd, -âlemlerin Rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve rasûlüdür… Bundan sonra:


Bu nâciz eser, Nebîmiz Muhammed aleyhisselâm’a mucize olarak indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’den Nisâ Sûresinin 59. âyet-i kerîmesinin tefsîrini, Ehl-i Sünnet esaslarına göre ortaya koymakta ve âyetin delâlet ettiği hükümleri maddeler halinde açıklamaktadır. Yardım ve başarı Allâh’u Teâlâ’dandır.

Âyet-i Kerîmenin Kırık Meali:

يَـٰٓأَيُّہَا ٱلَّذِينَ ءَامَنُوٓا Ey îmân edenler! أَطِيعُواْ İtaat edin ٱللَّهَ Allâh’a وَأَطِيعُواْve itaat edin ٱلرَّسُولَ Rasûlüne وَاُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ ve sizden olan ulu’l-emr’e. فَإِن Eğer تَنَـٰزَعۡتُمۡ anlaşmazlığa düşerseniz فِى شَىۡءٍ۬ herhangi bir şeyde فَرُدُّوهُonu götürün إِلَى ٱللَّهِ Allâh’a وَٱلرَّسُولِve Rasûle إِن eğer كُنتُمۡ تُؤۡمِنُونَ îmân ediyorsanız بِٱللَّهِ Allâh’a وَٱلۡيَوۡمِ ٱلۡأَخِر ve âhiret gününe. ذَٲلِكَ Bu خَيۡرٌ۬ hem hayırlı وَأَحۡسَنُ ve hem de güzeldir تَأۡوِيلاًnetice bakımından.

Âyet-i Kerîmenin Toplu Meali:

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin. Ve sizden olan ulu’l-emr’e de (itaat edin). Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ: 4/59)

Âyet-i Kerîmenin Sebeb-i Nuzülü:

Bu âyet-i kerîme, İbn Abbâs radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Abdullâh bin Huzeyfe bin Kays hakkında inmiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onu bir askeri birlikle göndermişti. [(SAHÎH HADÎS:) Buhârî (4584); Müslim (1834)…]

Alî radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem askerî bir birlik gön­derip başlarına ensârdan birisini emîr tayin etmiştir. Yola çıktıklarında emirleri bir konuda onlara kızarak: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bana itaat etmenizi emretmedi mi?” dedi. Onlar: “Evet” dediler. Bunun üzerine: “Bana odun toplayın”, deyip ateş istedi ve bununla toplanan odunları ateşleye­rek: “Size kesin olarak söylüyorum ki; bu ateşin içine mutlaka girecek­siniz”, diye emretti. Topluluk ateşe girmeye kalkışınca içlerinden bir genç: “Siz ateşten kaçarak Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e sığındınız. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e varıncaya kadar bunu yapmayın (ateşe girmeyin). Şâyet o gir­menizi emrederse bu takdirde girin” diye müdâhelede bulundu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e dönerek olayı kendisine haber verdiler. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Eğer ona girmiş olsaydınız kıyâmet gününe kadar ondan çıkmayacaktınız. İtaat ancak iyiliktedir.” [(SAHÎH HADÎS:) Buhârî (4340); Müslim (1840)…]

Âyet-i Kerîmenin İcmâli Tefsîri:

Ey îmân edenler! Ey îmân ettiğini iddia edipte kendisinden isbât beklenen kullar! Allâh’a ve O’nun gönderdiği Rasûlüne yani Muhammed aleyhisselâm’a itaat edin. Kur’ân ve -sahîh- Sünnet ile bildirilen şeylere îmân ederek bu doğrultuda hareket edin. Ve sizden olan Müslüman ulu’l-emr’e yani idâreci ve âlimlere de Allâh’a ve Rasûlüne isyânı emretmedikleri sürece itaat edin, isyân etmeyin; ettirmeyin. Eğer dünyâya yahut âhirete dair herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onun hükmünü tâğûtlara değil, Allâh’a ve Rasûlüne yani Kur’ân ve Sünnet’e götürün, çözümü onlarda arayın. Bu dünyâ ve âhiret hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir. (Nisâ: 4/59)
Âyet-i Kerîme’nin Tafsili Tefsîri:

1. Allâh’a ve Rasûlüne İtaat Etmek:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, âyet-i kerîmesinde: “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin” (Nisâ: 4/59) buyurarak mutlak itaatin ancak: “Allâh’a ve Rasûlüne” olduğunu beyân etmektedir. Nitekim İbn Kayyim rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ bu âyet-i kerîmesinde kendisine itaat ile birlikte Rasûlüne itaati de emretmiş ve itaat fiilini mutlak surette Rasûle de itaat edilmesi gerektiğini ifâde buyurmak için tekrarlamıştır.” [Bedâiu’t-Tefsîr: 1/543.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Rasûle itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed: 47/33)

İmâm Kurtubî rahîmehullâh, âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, bu âyetiyle mü’minlere kendi emîrle­rinde kendisine, Sünnet’leri hususunda da Rasûle itaat etmenin gereğini emretmektedir.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 16/254.]

Amr bin Avf radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız süre­ce, asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar, Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlünün Sünneti’dir.” [(SAHİH HADÎS): Mâlik (1874); İbn Abdilberr (Câmiu: 1389)…]

Sonuç olarak kayıtsız ve şartsız, mutlak ve de muayyen olarak ittaat edilmesi gerekli olan tek merci Kur’ân ve Sünnet’tir. Bunun dışındakiler ise Kur’ân ve Sünnete uygun düştükleri oranda kabul görürler, itaati hak ederler.

2. Ulu’l-Emr’in Gerekliliği:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, âyet-i kerîmesinde: “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin. Ve sizden olan ulu’l-emr’e de” buyurarak Allâh ve Rasûlünden sonra ulu’l-emr’i zikretmiştir ki, bu da ulu’l-emr’in varlığını gerekli kılmaktadır. Nitekim Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh şöyle demiştir: “İnsânların bir emîrinin olması mes’elesinin dînin en önemli farzlarından olduğunu bilmek gerekir. Hatta emîr bulunmadan, dîn ve dünyâ işleri yürümez. Çünkü insânlar bir araya gelmedikçe maslahatlar meydana gelmez. Bir araya geldiklerinde ise mutlaka içlerinden birinin kendilerine emîr olması gerekir.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 28/390.]

Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Üç kişi yolculuğa çıktığı zaman içlerinden birini emîr seçsinler.” [(SAHİH HADÎS): Ebû Dâvud (2608); İbn Hibbân (2132)…]

Allâme Şevkânî rahîmehullâh, Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edilen bu hadîsin sahâbelerden Ömer bin Hattâb, İbn Mes’ud, Abdullâh bin Amr, Abdullâh bin Ömer ve Ebû Hureyre radıyallâhu anhum’dan da rivâyet edildiğini ifade ettikten sonra şöyle demiştir: “Bütün bunlar üç ve daha çok kişiden oluşan her yolcu kafilesinin başlarına bir emîr tayin etmelerinin gerekliliğini belirtir. Çünkü böylece kötülük ve bozukluklara yol açan anlaşmazlıklar önlenmiş olur. Emîr olmadığı zaman herkes kendi görüşünde diretir ve arzusuna uyan şeyleri yapar. Hatta birbirlerinin helâkine sebeb olabilirler. Ancak aralarında bir emîr varsa, ihtilâf azalır, birlik olmaları kuvvetlenir. Bir arazide veya yolculukta bulunan üç kişi için bu şekilde emîr tayini gerekli ise, köy ve kasabalarda oturan ve haksızlıkların önlenmesine, anlaşmazlıkların çözümüne muhtaç olan daha büyük topluluklar buna daha fazla muhtaçtırlar. Bu ise: ‘Müslümanların başında imâm, vâlî ve devlet başkanının bulunması farzdır’ görüşüne delîl konumundadır.” [Şevkânî, Neylu’l-Evtâr: 8/294.]

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, bu benzeri Kur’ân ve Sünnet nasslarının delâletiyle Müslümanların işlerini yürütmek ve düzene sokmak için bir ulu’l-emr seçmenin farziyeti üzerinde icmâ etmişlerdir. Nitekim İmâm Maverdî rahîmehullâh şöyle demiştir: “İmâmeti yürütecek kimseyi akdetmek icmâ ile farzdır.” [Maverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye: 15.] İbn Hacer el-Heytemî rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Sahâbe, (Rasûlullâh’ın vefatı ile) nübüvvetin bitiminden sonra imâm tayininin farz olduğu üzerinde icmâ ettiler. Hem de onu, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in defninden geri durarak (fitnelere mahal vermemek için daha Rasûlullâh’ı defnetmeden) farzların en mühimi kıldılar.” [Heytemî, es-Sevâiku’l-Muhrika: 7.]

Kur’ân, Sünnet ve icmâ ile sabit olduğu üzere Müslümanların kendi aralarında imâmet görevini yerine getirecek bir kimseyi tayin etmeleri farzdır.

3. Ulu’l-Emr’in Dîni:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, âyet-i kerimesinde: “Sizden olan ulu’l-emr’e de (itaat edin)” (Nisâ: 4/59) buyurmuş; “Sizden” kaydıyla Müslümanların ulu’l-emr’inin ancak Müslümanlardan olabileceğini açık olarak beyân etmiştir. Nitekim Kâdî İyâd rahîmehullâh şöyle demiştir: “Kâfir, imâmet vazifesini yerine getiremez. Eğer onda (daha sonradan) küfür görülürse görevinden azledilir.” [Nevevî, el-Minhâc Şerhu Müslim: 12/229.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmuştur: “Allâh mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.” (Nisa: 4/141)

İbn Battâl rahîmehullâh şöyle demiştir: “Ebû Bekir İbn et-Tayyib şöyle demiştir: İmâm, îmândan sonra küfre girse, namaz kılmayı ve ona daveti terk etse onu vazifesinden indirmek farz olur.” [İbn Bâtta, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî: 8/215.]

Sahâbelerin büyüklerinden Ubâde bin Sâmit radıyallâhu anh’dan rivâyet olunduğuna göre, o, şöyle demiştir: “Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem bizi (Ensâr cemâatini Akabe gecesi bey’at için) çağırdı. Biz de kendisiyle bey’at ettik: Allâh ve Rasûlü’nün emîrlerini dinleyip onlara hem neşeli, hem kederli zamanımızda; hem zor, hem kolay hâlimizde itaat etmek ve âmîrlerimiz kendi arzularını nefislerimiz üzerine tercîh etseler dahi onlara itaat etmek ve niza etmemek üzere bey’at ettik. Ancak âmîrin açık bir küfrünü görürseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allâh’ın Kitâbı’ndan kuvvetli bir delîliniz olması hâli müstesnadır.” [(SAHİH HADİS:) Buhârî (7056); Müslim (1709)…]

Hadîsde geçen: “Ancak âmîrin açık bir küfrünü görürseniz” kaydı, küfrü sabit olan ulu’l-emr’in velâyet hakkını kaybettiğine ve görevinden azledilmesi gerektiğine açık nasstır. Bu, üzerinde iki Müslümanın ihtilâf etmeyeceği mes’elelerdendir. Nitekim Kâdî İyad rahîmehullâh şöyle demiştir: “Eğer onda küfür ve şeriatı değiştirme veya bid’ât görülürse ulu’l-emr hükmünden çıkar. Ona itaat edilmez. Ona karşı kıyam etmek, vazifesinden indirip yerine âdil bir imâm tayin etmek -eğer buna imkân varsa- Müslümanların üzerine farzdır.” [Nevevî, el-Minhâc Şerhu Müslim: 12/299.] Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Kim İslâm şeriatından başka bir şeriata tabii olmaya izin verse onu vazifesinden indirmek farzdır. Bey’atı bozulmuştur. Ona itaat etmek haram kılınmıştır.” [İbn Teymiyye, Muhtasar el-Fetâvâ el-Misrî: 507.] Buna göre ulu’l-emr İslâm’dan açık olarak döner yahut Allâh’ın indirdiği kanunlar ile yönetmez ve hükmetmezse, Ehl-i Sünnet’in icmâsı ile velâyet hakkını kaybeder. Böyle bir kimsenin işgal ettiği mevkiden indirilmesi gücü yeten Müslümanlar üzerine farz olur. Nitekim Kâdî İyâd rahîmehullâh şöyle demiştir: “Kâfirin imâmet vazifesini yerine getiremeyeceğinde ve onda küfür görüldüğünde vazifesinden indirileceğinde âlimler icmâ etmişlerdir. Yine namazı kılmayı ve ona daveti terk ederse vazifesinden indirilir. Bunun gibi cumhura göre bid’ât sebebiyle de vazifesinden indirilir.” [Nevevî, el-Minhâc Şerhu Müslim: 12/299.]

Binâenaleyh İslâm Dîni dışında herhangi bir din mensubunun Müslümanlara ulu’l-emr olması sahîh değildir. Eğer Müslümanlığından sonra İslâm’dan dönerse onu işgal ettiği makamdan indirmek, gücü yeten Müslümanlara farz olur.

4. Ulu’l-Emr’in Kimliği:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın: “Sizden olan ulu’l-emr’e de (itaat edin)” âyet-i kerîmesindeki “ulu’l-emr”den Müslümanlardan kimlerin kastedildiği hakkında -özetle- dört görüş vardır.

Birinci görüş: Ulu’l-emr’den maksad âmîrlerdir. Bu, Ebû Hureyre, bir rivâyette İbn Abbâs, Zeyd bin Eslem, Suddî ve Mukâtil’in görüşüdür.

İkinci görüş: Ulu’l-emr’den maksad âlimlerdir. Bu, Câbir bin Abdullâh, el-Hasen, Ebû’l-Aliye, Ata, Nehai, Dahhak, Mâlik bin Enes ve İbn Ebî Talha’dan rivâyetle İbn Abbâs’ın görüşüdür.

Üçüncü görüş: Ulu’l-emr’den maksad ashab-ı kirâmdır. Bu, Mücâhid ve Bekir bin Abdullâh el-Müzeni’nin görüşüdür.

Dördüncü görüş: Ulu’l-emr’den maksad Ebû Bekir ve Ömer’dir. Bu, İkrime’nin görüşüdür. [İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesîr: 1/424.]

Yukarıda zikredilen görüşlerden en sahîh olanları birinci ve ikinci görüştür. Nitekim Kurtubî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Bu görüşlerin en sahîh olanları birincisi ve ikincisidir. Birinci­sinin sahîh olması şundan dolayıdır: Emîr, asıl itibariyle onlardandır ve hükmetme yetkisi onlara aittir…

İkinci görüşün doğruluğuna gelince, buna da Allâh’u Teâlâ’nın: ‘Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlüne götürün’ buyruğu delîldir. Allâh’u Teâlâ, hakkında anlaşmazlığa düşülen bir şeyi, Allâh’ın Kitâbı’na ve Rasûlü’nün Sünnetine döndürmeyi emretmektedir. Allâh’ın Kitâbı’na ve Sün­nete dönme keyfiyetini bilmek ise, ilim adamlarından başka kimselerin bi­lebileceği bir iş değildir. Bu da ilim adamlarına sormanın farz ve onların fet­valarına bağlı kalmanın gerekli olduğunun delîlidir.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâm: 5/260.]

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Ulu’l-emr, işlerin idaresini elinde bulunduran yöneticilerdir. Halkı bunlar yönetirler. Güç ve iktidar sâhibleri ile söz ve ilim sâhibleri bu işte ortaktırlar. Bu nedenle ulu’l-emirler; âlimler ve yöneticiler olmak üzere iki sınıftan oluşur. Bunlar düzelirse, insânlar da düzelir. Bunlar bozulursa, insânlar da bozulurlar…” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 28/170.]

İfâde olunduğu üzere birinci ve ikinci görüş diğer görüşlere nazaran daha sahîh olmakla birlikte ulu’l-emr’in kimliği bu dört görüşe de şâmildir. Zîrâ sahâbeler ve onlardan hulefâ-i râşidin, bu ümmetin ulu’l-emr’i olmaya herkesten daha çok layıktırlar. Allâh’u âlem.

5. Ulu’l-Emr’e İtaat Etmek:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, âyet-i kerîmesinde “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin. Ve sizden olan ulu’l-emr’e de” buyurarak Allâh ve Rasûlünden sonra ulu’l-emr’i zikretmiştir ki, bu da ulu’l-emr’e itaatin farz olduğunu beyân etmektedir. Nitekim Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh’a ve Rasûlüne itaat etmek herkes üzerine farzdır. Emîr sâhiblerine itaat etmek de, Allâh’ın onlara itaat etmeyi emretmesinden dolayı farzdır.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 35/16.]

Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine itaati Allâh’a itaat, ulu’l-emr’e itaati kendisine itaat; kendisine isyânı Allâh’a isyân, ulu’l-emr’e isyânı kendisine isyân olarak nitelendirerek şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse Allâh’a itaat etmiş ve her kim bana isyân ederse Allâh’a isyân etmiş olur. Bir de kim âmîre itaat ederse bana itaat etmiş; kim âmîre isyân ederse bana isyân etmiş olur.” [(SAHİH HADİS:) Buhârî (7137); Müslim (1835)…]

Hadîste ifade olunduğu üzere dînen yasaklanmamış şeylerde ulu’l-emr’e itaat etmek, Allâh ve Rasûlüne itaat etmek demektir. Maruf olan işlerde ulu’l-emr’e isyân etmek de Allâh ve Rasûlüne isyân etmek demektir. Masiyet olan işlerde ise ulu’l-emr’e itaat etmek yasaklanmıştır. İmâm Nevevî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Âdîl olsun zâlim olsun dînin hükmüne muhâlif olmadığı müddetçe imâmın emrine ve yasağına itaat etmek farzdır.” [Nevevî, Ravdatu’t-Tâlibin: 10/47.]

Binaenaleyh ulu’l-emr’e dînen meşru olan şeylerde -nefislerin hoşuna gitsin ya da gitmesin- itaat etmek farzdır. İsyân etmek ise haramdır.

6.Ulu’l-Emr’e İtaatın Sınırı:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, âyet-i kerîmesinde: “Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin. Ve sizden olan ulu’l-emr’e de” buyurarak “Allâh’a ve Rasûlüne” itaatin mutlak olduğunu beyân ettikten sonra “ve sizden olan ulu’l-emr’e de” buyurmuş, “itaat edin” emrini müstakil olarak zikretmemiştir. Bu da ulu’l-emr’e itaatin mutlak olmadığını ancak Allâh’a ve Rasûlüne itaat olacak olan şeylerde olduğunu; açık isyân olacak olan şeylerde ise ulu’l-emr’e itaatin câiz olmadığını ifâde etmektedir. Nitekim İmâm İbn Hacer rahîmehullâh şöyle demiştir: “et-Tibi şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, bu âyette ‘Allâh’a itaat edin’ buyurduktan sonra ayrıca ‘Rasûlüne itaat edin’ buyurarak rasûle itaatin müstakil oluşuna işâret ederek fiili tekrar etmiştir. Fakat ‘ulu’l-emr’ de ise kendilerinde itaati (mutlak) farz olmayanların bulunduğuna işâret olarak tekrar etmemiştir. Bunu şu buyruğu ile açıklamıştır: ‘Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlüne götürün.’ Sanki şöyle denilmiştir: Ulu’l-emr olanlar hak ile amel etmezlerse onlara itaat etmeyiniz. Muhâlefet ettiğiniz o şeyi Allâh ve Rasûlü’nün hükmüne götürün.” [İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 13/112.]

İbn Ömer radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem itaatin ancak marufta olduğunu, masiyette ise hiçbir kimseye itaatin câiz olmadığını ifâde ederek şöyle buyurmuştur: “Müslüman kişinin kendisine bir masiyet emredilmediği sürece sevdiği ve hoşlanmadığı hususlarda dinlemesi ve itaat etmesi üzerine bir yükümlülüktür. Masiyet emredildiğinde ise dinlemek ve itaat etmek yoktur.” [(SAHİH HADİS:) Buhârî (7144); Müslim (1839)…]

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahîmehullâh şöyle demiştir: “Şüphesiz onlar -Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat- imâmın her emrine itaati câiz görmezler. Şeriatta itaatin câiz olduğu konuda itaati vâcib görürler. İmâm, âdil bile olsa Allâh’a isyân olan konuda da itaati câiz görmezler.” [İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sunne: 3/387.]

Anlaşılacağı üzere Allâh’a isyân emretmediği sürece emrettiği şeylerde ulu’l-emr’e itaat etmek farzdır. İsyân olacak olan açık şeylerde ise itaat etmek câiz değildir.

7. İhtilâfların Türü:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ âyet-i kerîmesinde: “Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlüne götürün” buyurmuş; “Herhangi bir şey” kaydıyla ihtilâfları büyük ya da küçük; önemli ya da önemsiz; dünyevî ya da uhrevî şeklinde ayırmadan mutlak olarak zikretmiştir. Bu da her türlü ihtilâfı kapsamaktadır. Bu konu hakkında İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Âyet-i kerîmedeki: ‘Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz’ ifâdesi, şart bağlamında gelen nekira (belirtisiz) bir ifâdedir ve büyük küçük, celî (açık) ve hafî (kapalı) dînin bütün konularında mü’minlerin ihtilâfa düştükleri bütün mes’eleleri kapsar.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/39.]

Şeyh Muhammed bin İbrâhîm rahîmehullâh ise bu âyet-i kerîmeyi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Allâh Subhânehu ve Teâlâ’nın bu emri gereği, kişilerin aralarında çekiştikleri, anlaşmazlığa düştükleri ve inatlaştıkları zaman, mevcut anlaşmazlığın çözümünü Allâh’a ve Rasûlüne arzetmeleri gerekmektedir. Bu âyette: ‘Eğer anlaşmazlığa düşerseniz’ şart cümlesinden sonra zikredilen: ‘Herhangi bir şeyde’ ifâdesinin nasıl nekira olarak getirildiğini düşün! Bu cins ve miktar bakımından üzerinde ihtilâf edilen her türlü anlaşmazlığı ihtiva etmektedir.” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 7-8.]

Binâenaleyh “a”dan “z”ye kadar her ne varsa onun hükmü hakkında Kur’ân ve Sünnet’e, Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan icmâ ve kıyâs gibi diğer kaynaklara müracaat etmek esas olup, îmânın bir gereğidir.

8. İhtilâfların Çözüm Kaynağı:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ âyet-i kerîmesinde ihtilâfların çözümü hakkında: “Allâh’a ve Rasûlüne götürün” emriyle, Müslümanların anlaşmazlığa düşerek ihtilâf ettikleri her ne varsa onun hükmünün Allâh’a ve Rasûlüne ait olduğunu, bu itibarla da hükmün Kur’ân ve Sünnette aranması gerektiğini beyân etmiştir. Nitekim İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh şöyle demiştir: “İhtilâfa düştükleri konuların hükmü Allâh’ın Kitâbı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti’nde bulunmasaydı ve bu iki kaynaktaki hükümler, bu mes’elelerin çözümü için yeterli olmasaydı, onlara bu mes’eleleri bu iki kaynağa döndürmelerini emretmezdi. Çünkü anlaşmazlığı gidermek için, çözümü olmayan bir kişiye çözüm için başvurmayı Allâh’ın emretmesi imkânsızdır. Allâh’a döndürmenin, Allâh’ın Kitâbı’na başvurmak, Rasûlullâh’a döndürmenin ise, hayatında bizzat kendisine, vefat ettikten sonra da Sünneti’ne başvurmak olduğu konusunda insânlar icmâ etmişlerdir.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/39.]

İmâm İbn Kesîr rahîmehullâh ise âyetin tefsîrinde şöyle demiştir: “Seleften birçokları: ‘Allâh’ın Kitâbı’na Rasûlü’nün Sünneti’ne’ demişlerdir. Bu da dînin usûl ve fürûunda tartışılan her şeyin Kitâb ve Sünnet’e götürülmesine dair emirdir. Nitekim Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmuştur: ‘Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir.’ (Şûrâ: 42/10) Kitâb ve Sünnet’in hükmettiği ve doğruluğuna şehâdet ettikleri hak ve gerçektir. Hakkın dışında dalâletten (sapıklıktan) başka ne vardır?” [İbn Kesîr, Tefsîru’l Kur’ân-il Azîm: 2/304.]

Âyetin açık delâleti ile ortaya çıktığı üzere dünyevî ve uhrevî her ne varsa, onun hükmü ancak Kur’ân ve Sünnette aranır, çözüm için bu iki kaynağa başvurulur. Bu iki kaynakta açık olmayan mes’eleler hakkında bu iki kaynaktan çıkarılan diğer sahîh delîllere başvurulur.

9. Allâh’a ve Âhiret Gününe Îmânın Bir Gereği:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ âyet-i kerîmesinde ihtilâfların çözümünü Allâh’a ve Rasûlüne döndürmeyi: “Eğer Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız” cümlesiyle îmânın sıhhat şartlarından bir şart olarak beyân etmiştir. Nitekim Şeyh Muhammed bin İbrahim rahîmehullâh bu âyet-i kerîmeyi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Âyette Allâh’a ve âhiret gününe îmânın hâsıl olabilmesi için, ihtilâf edilen her türlü anlaşmazlığın çözümünün Allâh’a ve Rasûlüne götürülmesi bir şart olarak zikredilmiştir.” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 7.]

İmâm İbn Kesîr rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Bu sebeble Allâh’u Teâlâ ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız’ buyurmaktadır. Yani: ‘Dâvaları ve bilinmeyen şeyleri Allâh’ın Kitâbı’na, Rasûlü’nün Sünneti’ne götürün. Aranızda çıkan ihtilâflarda o ikisine başvurunuz’ demektir. ‘Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız.’ Bu da gösteriyor ki: Kim ihtilâf halinde Kitâb ve Sünnet’in hakemliğine gitmez ve o ikisine müracaat etmezse, o Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmiş değildir.” [İbn Kesîr, Tefsîru’l Kur’ân-il Azîm: 2/304.]

İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, kullarına aralarında meydana gelen anlaşmazlıklar konusunda mutlak surette Allâh’a ve Rasûlüne müracaat etmeleri gerektiğini emretmiştir. Bu emîr mü’min kullaradır ve öncelikle onlara: ‘Ey îmân edenler!’ diyerek îmânı söz konusu etmiştir. Böylece anlaşmazlığı Allâh’a ve Rasûlüne götürme noktasında da îmânı adeta bir şart koşmuştur. Eğer îmân ediyorlarsa bu anlaşmazlığı mutlak surette Allâh’a ve Rasûlüne götürmek zorundadırlar. Eğer îmân yoksa o zaman böyle bir yükümlülükte yok demektir. Eğer aralarında meydana çıkan ihtilâfı Allâh’a ve Rasûlüne götürmek istemeyen bir kimse varsa o zaman böyle bir kimsenin îmânı yok demektir. [Bedâiu’t-Tefsîr: 1/542.]

Kişi üzerinde anlaşmazlığa düşülen konuları îmânının gereği olarak Allâh’a ve Rasûlüne götürmesi gerekir. Ancak bunu götürmediği takdirde asla îmân dairesine dâhil olamayacaktır… Zikrettiğimiz asıl şart ancak Allâh’a ve Rasûlüne îmân etme şartı olup, Allâh’a ve Rasûlüne itaat eden kimselerin ise mutlak surette ihtilâf sırasında ihtilâfları Allâh’ın ve Rasûlünün hükmüne götürmeleri gerektiğinin en büyük delilini göstermektedir. Bu âyet Allâh ve Rasûlü dışında herhangi bir kimseyi hakem kabul eden kimsenin îmânın gereğinin dışına çıkacağı, Allâh’a ve âhirete îmân etmenin gereğini yerine getirmediği anlamını ifâde etmektedir.” [Bedâiu’t-Tefsîr: 1/548.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, ihtilâf ettikleri mes’elenin hükmü hakkında Kur’ân ve Sünnet’ten ayrı bir merciye yani tâğûta gitmek isteyenlerden bahsederek şöyle buyurmaktadır: “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğûta muhakeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu red etmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisa: 4/60)

Şeyh Şankîtî, âyetin tefsîrinde şöyle demiştir: “Allâh’ın şerîatının dışındaki bir şerîata muhâkeme olmak tâğûta muhâkeme olmak demektir…[Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/50.] Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı isteyenlerin şirke girdiklerini Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti apaçık bir şekilde bildiriyor. Ve böylelerinin Müslümanlık iddiasını hayretle karşılıyor. Çünkü hem îmân ettiklerini iddia ediyorlar, hem de Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa aynı kalbte Allâh’a îmân ile tâğûta muhâkeme olmaya rızâ gösterme bir arada bulunamaz. İşte bu onların îmân iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymaktadır.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/259.]

Anlaşıldığı üzere ihtilâfların çözümünü Allâh’a ve Rasûlüne yani Kur’ân ve Sünnet’e döndürmek îmânın bir gereğidir. İhtilâfların çözümü için Kur’ân ve Sünnet’in hakemliğine değil de, bu iki kaynağın dışındakilere yönelmek ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân iddiasında yalancı olanların yapabileceği bir iştir.

10. Hayra ve Güzel Akîbete Kavuşmak:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ âyet-i kerîmesinde: “Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir” buyurarak hükmün Allâh’a ve Rasûlüne döndürülmesini dünyâ ve âhiret hayırlı ve güzel olarak beyân etmiştir. Buna göre; hükmün Allâh’a ve Rasûlüne döndürülmemesi ise dünyâ ve âhiret şer ve musibet olarak kişiye yeterlidir. Nitekim İbn Kayyim rahîmehullâh şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme de gerçekten Allâh’a ve Rasûlüne itaat etmenin, Allâh ve Rasûlünü anlaşmazlığa düşülen konularda hakem kılmanın dünyâ ve âhirette büyük bir mutluğa sebeb olacağı gösterilmektedir. Olup biten olaylara bakan bir kimsenin dünyâda meydana gelen kötülüklerin ve sıkıntıların asıl kaynağının Allâh’a ve Rasûlüne muhâlefet etmekten kaynaklandığını; Allâh’a ve Rasûlüne itaatinin dışına çıkmaktan meydana geldiğini, meydana gelen hayırlı ve güzel neticelerin ise Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e itaatten dolayı olduğunu çok rahatlıkla görecektir.” [Bedâiu’t-Tefsîr: 1/549.]

Şeyh Muhammed bin İbrahim rahîmehullâh ise bu âyet-i kerîmeyi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ’nın hayırlı olarak isimlendirdiği her şey mutlak sûrette hayırlıdır. Ve kendisinde kesinlikle bir şer yoktur. Bundan dolayıdır ki, âyette belirtildiği üzere bütün anlaşmazlıkların Allâh’a ve Rasûlüne arz edilmesi, hem dünyâda hem de âhirette netice bakımından hem daha hayırlı, hem de daha güzeldir. Anlaşmazlık halinde mes’elenin Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkasına arz edilmesi ise bir şer olup, gerek dünyâda gerekse âhirette sonuç îtibarîyle de en kötü olandır. Münâfıkların: ‘Biz sâdece iyilik etmek ve arayı bulmak istedik’ (Nisâ: 4/62) ya da: ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ (Bakara: 2/11) sözleri ise, anlaşmazlık halinde, mes’elenin çözümünün Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya ve Rasûlüne arz edilmesinin dünyâ da ve âhirette hayır olduğu gerçeğinin tam tersinedir. Her türlü anlaşmazlık halinde Allâh ve Rasûlüne müracaat edilmesinin dünyâda ve âhirette hayır getireceği gerçeği, heva ve heveslerinden kanun çıkaranların, insânların bu kanunlara muhtaç olması, hatta bu kanunlarla muhâkeme olmanın zarûrî olması yönündeki iddialarının tam aksinedir. Onların bu iddiaları, sırf Rasûlullâh’ın getirdiği şeylere karşı kötü zan beslemeleri sebebiyledir. Onların bu şekildeki iddialarının gereği, Allâh’u Teâlâ’nın ve Rasûlü’nün açıklamalarının noksan olduğu, anlaşmazlık halinde Allâh’ın ve Rasûlü’nün hükümlerinin yetersiz kaldığı, Allâh’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine muhâkeme olmanın dünyâda ve âhirette kötü sonuçlar doğuracağını gerekli kılmaktadır.” [Şerhu Tahkîmi’l-Kavânîn: 7-8.]

Binâenaleyh dünyâya ve âhirete dair her ne varsa bunların hükümlerini Kur’ân ve Sünnet’te aramak dünyâ ve âhiret saadetin anahtarıdır. Kur’ân ve Sünnet’te değil de beşerin âciz aklından uydurduklarında aramak ise dünyâ ve âhiret hasretin ve hüsranın kapısıdır.

Âyet-i Kerîmenin Tefsîrinden Çıkan Hükümler:

1. Allâh’a ve Rasûlüne -her ne husus olursa olsun- itaat etmek farzdır. Buna göre mutlak ve muayyen olarak ittibânın farz olduğu tek merci, Kur’ân ve Sünnet’tir.

2. Müslümanların kendilerini Kur’ân ve Sünnet ile yönetecek olan ulu’l-emr’i seçmeleri farzdır.

3. Müslümanları yönetecek olan kimsenin Müslüman olması şarttır. Yöneticinin İslâm’dan döndüğü tespit edilirse velâyet hakkını kaybeder ve görevinden azledilmesi farz olur.

4. Ulu’l-emr’e itaat etmek Allâh ve Rasûlüne itaat etmek gibi mutlak değildir. Ulu’l-emr’e itaat Allâh’a isyân olacak şeyleri emretmediği sürece geçerlidir.

5. İhtilâfların her türlüsünün çözüm kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Kur’ân ve Sünnet’te bulunamayan mes’elelerin çözüm kaynağı ise yine Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan icmâ ve kıyâs gibi şer’î delîllerdir.

6. İhtilâfların çözümü için Kur’ân ve Sünnet’e başvurmak farzdır. Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanmayan çözüm mercilerini reddetmek, Allâh’a ve âhiret gününe îmânın sıhhat şartıdır.

7. İhtilâfların çözümü, dahası hayatın tanzimi için Kur’ân ve Sünnet’e başvurmak dünyâ ve âhiret hayra ve güzelliklere kavuşmanın sebebidir. Aksi ise dünyâ ve âhiret hüsran ve elem kaynağıdır.

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun. 
(Abdullâh Saîd el-Müderris)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder