18 Aralık 2015 Cuma

TASAVVUFTA VAHDET-İ VÜCUD İNANCI

Vahdet-i vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır.

Bu inanış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır. Bu felsefenin künhüne vakıf olan mutasavvıflar Lâ ilâhe illallah demeyi terk edip la mevcude illallah diyerek bu amentüyü ikrar ederler.
     

Allah'tan başka mevcud, varlık olmadığına inanmayı gerektirecek ne bir ayet, ne bir hadis vardır. Allah'ın isimlerinden bahsettiği, bütün varlıkları yok saymak, her nasılsa -inançlarına göre- varlık olmayan şeylerin yaşadığını ve öldüğünü söylemek, meleklere iman ettim demek fakat onlar varlık değildir, Allah'ın parçalarıdır diyerek her parçayı ilah saymak, cennete ve cehenneme iman ettim demek, sonra onların varlık olmadığını, Allah'ın parçaları olduğunu söylemek, önünde secde edilen putun bile Allah'ın bir parçası olduğu bu sebeple zahirde tapılan put olsa da aslında o secdenin Allah'a yapıldığı gibi saçma ve delilsiz iddialarda bulunanların asıl gayesi İslam dinini tahrif etmek ve müntesiplerini yoldan çıkarmaktır. İşte bu inanışa göre bir tasavvuf şeyhi Allah'ın bir parçası olduğu gibi yolda duran taş, ağaçtaki kuş, kovalanan kedi ve kovalayan köpek ve o köpeği vuran bir zabıta eri dahi (haşa) onlara göre Allah'ın parçasıdır ve dolayısıyla onlara Allah demek doğru bir sözdür. İsmi tasavvufçular tarafından veliler listesine alınan müşriklerin "Ben Allah'ım" demeleri ve benzeri sözleri sarfetmeleri bu sapık inanışlarından kaynaklanmaktadır.

Bu sapkın söylem ve inanışlar üzerinde tevhid ehli olanlar için te'vil edecek yol aramaya ve hatta düşünmeye bile gerek yoktur. Çünkü bir Müslüman kabul veya red etmek için Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) in böyle bir şeyi öğretip öğretmediğine bakması yeterlidir. Hiç akletmezler ki durum onların dediği gibi olsa, inanan kimdir, inanılan kim? Yaratan kimdir, yaratılan kim? Hüküm koyan kimdir, mükellef kim, mükafat ve ceza veren kimdir, ödüllendirilen veya cezalandırılan kim? Ateşe koyan kimdir, ateşte yanan kim?        

İşte vahdeti vücut gibi bir iddiayı ortaya atan kafirler, İslam ümmetini yüzyıllarca oyalayacak bir işi başarmışlar ve maalesef gözlerinden yaş gelesiye, karınları ağrıyasıya halimize gülmekteler.         Birilerinin aslında küfür olduğunu bildikleri, fakat o bunu söylemişse bir hikmeti vardır kabilinden te'vil etmeye çalıştığı, bu cümleler nasıl söylenmişse kastedilen mana odur, çünkü inanç öyledir. Sizin taptığınız benim ayağımın altında diyen adam toprağı kastetmiştir, çünkü ona göre çiğnenen, o toprak Allah'tır (haşa). Böyle olunca birinin çıkıp ben Allah'ım demesi onlara göre gayet tabi bir durumdur, sırf o değil onlara göre kafir biri dahi bu sözü söylese doğru söylemiş olur çünkü o da Allah'tan bir parçadır! Bu cümleleri vecde, aşka gelince, kendinden geçince söylemenin sebebi nedir derseniz, can pazarı bu kolay değil. Müslümanlar bu sözden pek hoşlanmazlar ve insanın başına kötü şeyler gelebilir. Nitekim tarih bu müşriklerin nasıl taşkınlık ettiğini ve nasıl öldürüldüklerini zaptetmiştir.

Tasavvuf "La mevcude illallah" (Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı "VAHDET-İ VÜCUD" (Vücud Birliğidir)

Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddin-i Arabi Füsüsu-l Hikeminde: "Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır" diyor. (s. 78-79)

Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: "şu halde Firavunun iddia ettiği "Ben sizin yüce Rabbinizim sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavunun suretinde tecelli etmiştir." diye inançlarını açıklamayı sürdürmektedir.

Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.

Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler. Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir.

İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir.

Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, bağlılarını İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır.

İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan var eden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır.

Tasavvuf ta bu görüş benimsenmez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka bir şey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah’ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan var ediş değildir.

Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Bunlar arasında, Mansur, Senai, Zunnün-u Mısri, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabi, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an’a göre, Allah, insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün Müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran’da tutunmakla kalmadığını, bugün Müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir. Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır.

Kaynakların belirttiğine göre Müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye'nin Ürdün'e yakın bölgelerinde daha yoğun bir Hıristiyan kitle ile bir arada yaşayan Müslümanların bazılarının komşusu Hıristiyanlardan: "Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır" sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a adar" cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.

 Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken" (42. sure/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten" (93. sure/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.

İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İslam’da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir Müslüman’ın hiçbir sebeple kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak Müslüman’ın böylesi bir dünyadan el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir. Müslüman olarak. İslam’da sevap böyle dünyadan el etek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah’ı razı etmekle kazanılır.

İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah’ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledir ki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.

Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatle yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kuran’da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..." buyurmakta olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır.

Mesela oruç bir ay boyunca Müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.
Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsiz bırakılmaktadır. Tüm bunların farklı kültürlerle temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.

Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.

 "Red"]İslam’da zahire (görünüşe) göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir.
Örneğin İslam’ın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda "Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir" demektedirler.
Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayacağı gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kim bilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır.
Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.

Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslam da insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır.

Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe "Ben Allah’ım" diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir." derken, İbni Arabi "Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim" diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus "Bir ben vardır, bende, benden içeru..." diye sürdürmektedir.

Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki "Hatta 'Füsüs ve Fütühati Mekkiyye' isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi "Hıristiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar" demektedir.

Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de "Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun.
Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin"'

Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür'

Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin her şeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslam’a sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder