12 Aralık 2015 Cumartesi

Muasır Alimlerin Cehaleti Mazeret Görmesi Şüphesi

Burada değineceğimiz şüphe ise bazı çevrelerin dillendirdiği "Muasır Alimler" şüphesidir. Bu şüpheyi devamlı surette gündemde tutmaya çalışan kimseler aslen sahih tevhid inancına sahip olan çevrelerdir. Kitabımızın başından beri "Kendisini selefe nispet edenler", "İrca ehli", "Muasır Mürcie" olarak söz konusu ettiğimiz kimselerden akîde ve menhec olarak bütünüyle farklıdırlar. Ancak "Cehalet Özrü" konusundaki tavır, ahlak ve söylemlerinin İrca ehli ile birebir benzerlik arzetmesi, iddialarını ispat edebilme adına asli menheclerine sırt dönmeleri, alimlerin sözleri ile delil getirirken bir kısmını alıp diğer kısmını görmezden gelmeleri sebebiyle bu kitabımızda onların şüphelerine de yer vermemizi gerekli kılmıştır.


Öncelikle "Muasır Alimler Şüphesi" ile delil getiren çevrelerin aslen niyet bakımından ihlastan bütünüyle uzak, samimiyetten tamamen yoksun kimseler olduklarını söylemekte fayda vardır. Ancak buna rağmen bizler öğüt vermekte fayda olduğunu biliyor ve bu çevrelerin öğüt alabileceklerini umuyoruz.

Bu çevrelerin samimiyet ve ihlastan bütünüyle uzak kimseler olduklarının en önemli göstergelerinden bir tanesi;temel menheclerini "Cehalet Özrü" sözkonusu olduğunda bir anda unutmalarıdır. Zira bu çevrelerle "Cehalet Özrü" meselesini konuşmaya başlayıp kendilerini konuyu Allah'ın ayetleri, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in hadisleri ve selef alimlerinin kavilleri etrafında meseleye yaklaşmaya davet ettiğimiz zaman "Siz bu alimlerden daha mı iyi biliyorsunuz?" şeklinde üzerinize saldırır sizi "Harici" ve "Tekfirci" ilan ederler. Ancak kendileri cahil halktan birileri ile başka bir mesele hakkında konuşmaya başladıklarında muhataplarına bu hakkı vermezler. Her hangi bir meselede avam halktan birisi kendilerine "Bu kadar alim, hoca bilmiyor da bir sen mi biliyorsun?" şeklinde itiraz etse hemen o kimsenin din adamlarını rab edindiğinden dem vururlar. Halbuki kendileri "Cehalet Özrü" ya da buna benzer konularda aynı tutum içindedirler. Kendilerini selefî olarak isimlendirip Kur'an ve Sünnet'ten başka bir yola asla uymayacaklarını söylerlerken "Cehalet Özrü" meselesinde Kur'an ve Sünnet'e tabi olmayı unutmuşlardır.

Burada kendilerine şu soruyu sormak zannedersem hakkımızdır. Sizler sadece birkaç kitaptan ve sayısı üçü geçmeyecek alimin sözlerinden yola çıkarak günümüz toplumları için cehaletin bir özür olduğunu iddia ediyor ve muhaliflerinizi "Tekfirci", "Harici" diye isimlendiriyorsunuz. Peki karşınıza birisi çıksa ve demokrasi ile amel etmenin İslam'ın maslahatı adına meşru olduğunu söylese, bu konuda önünüze Arap dünyasında en yetkin isimleri kabul edilen 400 alimin fetvasının derlendiği bir kitap koysa nasıl cevap verirsiniz? Sakın "O alimlerin hepsi hata yapmıştır" şeklinde bir itiraz getirmeyin. Zira siz muhatabınıza böyle derseniz muhatabınızda size, sizin bize söylemiş olduğunuz sözlerin aynı ile karşılık verir ve "Sen bu kadar alimden daha mı iyi biliyorsun?" der. Sakın muhatabınıza "Alimlerin sözleri delil değildir. Delil Kur'an ve Sünnettir" demeyin. Zira bu durumda muhatabınızda size, sizin bize söylediğiniz sözlerin aynısı ile cevap verir ve "Bu kadar alim Kur'an ve Sünneti bilmiyor da sadece sen mi biliyorsun" der. Bununla beraber muhatabınıza bu şekilde cevap verirseniz ikiyüzlü konumuna düşersiniz. Zira sizler "Cehalet Özrü" konusunda muhatabınızın sergilediği tutumun aynısını sergilemektesiniz.  İşin aslı bu çevrelerin muasır alimleri okuma, anlama adına bir gayretleri de yoktur. Sadece içinde yaşadıkları müşrik toplumu Müslüman olarak isimlendirebilme adına "Cehalet Özrü" meselesine sarılmışlardır. Bu konuyu sahih naslar çerçevesince izah edebilecek bir ilmi yetkinliklerinin olmayışı nedeniyle kendi fasid düşüncelerini âlimlere söylettirmeye kalkışmışlar ve onlarca kitabın içinden kendi söylemlerine paralel birkaç cümleyi delil getirmeye çalışmışlardır.
Aslen sahih bir akîdeye sahip olmakla birlikte "Cehalet Özrü" konusunda muasır Mürcie ile benzer söylem taşıyan bu çevreler işin aslı günümüzde yaşayan ve tevhid akîdesine sahip olan alimlerin kimler dahi olduğunu bilmezler. Bununla beraber bildikleri birkaç alim vardır. Ancak onların da eserlerinin tamamını okumuş ve incelemiş de değillerdir. Sadece bizzat bizim tarafımızdan ya da bu konuda hassasiyet gösteren diğer kardeşlerimiz tarafından tercüme edilmiş birkaç eseri kendi fasid akîdelerine delil bulabilme adına gözden geçirmişlerdir. Bununla beraber bu eserleri bütünüyle okuyup tahkik etme zahmetine dahi girmemişlerdir. Amaç sadece kendi fasid inançlarına delil bulabilme gayreti olduğu için ellerinde bulunan 3 kitaptan bazı cümleleri tekrar edip dururlar. Bu kitaplar Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisî'nin "Tekfirde Hatalardan Sakındırma" isimli eserinden birkaç bölüm, Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz'in "el-Cami fi Talebil İlmiş Şerif" isimli eserinden bir bölüm ve Şeyh Ebu Katade el-Filistini'nin "el-Cihad vel İctihad" ismiyle tercüme edilen eserinden toplam iki buçuk sayfadır. Bunun dışında delil getirebilecekleri herhangi bir çalışma da yoktur. Ellerindeki sermayenin bu kadar az olmasına rağmen sanki konuya dair onlarca alimin onlarca kitabını okumuşçasına "Muasır alimlerin hepsi cehaleti mazeret görmektedirler" şeklinde söylemde bulunmaları onların samimiyet açısından ne kadar yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla beraber söz konusu çevreler muasır alimlerin konuya dair yazdıklarının tamamını bir arada değerlendirmedikleri gibi konu hakkında ellerinde bulunan birkaç eseri bile hakkıyla okumak ve anlamaktan da aciz kalmışlardır.
Örneğin Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisi'nin "Tekfirde Hatalardan Sakındırma " isimli eserinden "Parlamento Seçimlerine Katılmak" konusunda söylediği birkaç cümleyi kendi lehlerinde delil olarak getirmeye çalışırlarken aynı kitabın hemen girişinde "Cehalet" başlığı altında yazılanlar bu çevrelerin hiç dikkatini çekmemiştir. Yine Abdulkadir b. Abdulaziz'in "Zatu Envat" meselesini izah ederken yazdığı 3 satır cümle bu çevreler için delil olmuştur ancak Şeyh'in konu hakkında yapmış olduğu diğer açıklamalar bu çevrelerin işine gelmediği için görmezden gelinmiştir. Bizim temel birçok konuda ittifak içinde olduğumuz ancak bununla beraber özellikle "Cehalet Özrü" konusunda kendileri ile büyük bir ihtilaf yaşadığımız bu çevreleri kitabımızda konu edinmemizin sebebi; en azından konu hakkında nasıl bir yol takip edileceğini izah etmeye çalışmak ve öğüt alanların olabileceği düşüncesiyle aramızdaki ihtilafları asgari seviyeye düşürmeye çalışmaktır. Bundan dolayı biz bir öğüt olması amacıyla gerek "Cehalet Özrü" meselesinde gerekse diğer meselelerde alimlerden ne şekilde istifade etmemiz gerektiğine dair bazı hatırlatmalarda bulunacağız ve arkasından asli konumuz hakkında kendisine en çok başvurulan iki alimin konuya dair sözlerini ve meselenin aslını izah etmeye çalışacağız.  Soru: Amacınızın öğüt vermek ve ihtilafları asgari seviyeye çekmek olduğunu ve yine bu konuda ihtilaf yaşadığımız kimselerin temelde tevhid akîdesine sahip olduklarını söylemenize rağmen bir çoğu kardeşiniz olan bu kimseler hakkında bu kadar ağır ve suçlayıcı bir dil kullanmanızın sebebi nedir? Cevap: Talim ve terbiye metotlarından bir tanesi de "Hecr" metodu dediğimiz terk etme, yüzçevirme ve azarlama metodudur. Hafız İbn-i Hacer'in Buhari Şerhinde de belirttiği üzere bazı zamanlar bu metodun fayda vermesi umulur. Bizler bir çok yerde ve bizzat yüz yüze kendileri ile ihtilaf ettiğimiz kimselere meseleyi bir çok delil ile, en uygun ve ince bir uslupla izah etmemize rağmen bu çevrelerin inatlaşırcasına "Cehalet Özrü" konusunda fasid akîdelerine devam etmeleri bu kitabımızda böyle bir üslup kullanmamızı gerekli kılmıştır.

Alimlerden İstifade Etme Kuralları 

Öncelikle bilmemiz gereken şudur ki, şer'i bir hükmün tespiti ancak şer'i delillerle mümkündür. Şer'i delillere müstenid olmayan her bir söz ve görüş merduttur. Şer'i deliller ise malumdur. Asli şer'i deliller Kur'an ve Sünnet ve Kur'an ve sünnete istinad edeb icma ve kıyastır. Alimlerin sözleri ise aslen delil değil delillendirilmeye muhtaçtır. Hangi alimin sözü olursa olsun asli bir delile dayanıyorsa bu sizin için hüccet hükmündedir. Bunun dışında hiçbir alimin sözü şer'i bir delil değildir. Allah'ın hükümlerini en iyi bilen, yıllarca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) ile beraber yaşamış sahabilerin dahi sözlerinin delil olup olmadığının ihtilaf konusu olduğu bir dinde sahabeden yüzyıllar sonra yaşamış bir alimin görüşünün delil olarak kabul edilmesi söz konusu bile değildir.

Bununla birlikte bir alimin sözü ile amel edebilmek o alimin konu hakkındaki delillerini bilmeye ve aynı zamanda alimin getirmiş olduğu delillerin de sıhhatli olmasına bağlıdır. Alimlerin sözleri ile delillerini bilmeksizin amel etmek nasıl caiz değilse alimin getirmiş olduğu delil sıhhatli değilse aynı şekilde onunla da amel etmek caiz değildir.
Gerek Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisî gerekse Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz olsun bu konu üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Şeyh Ebu Muhammed bir çok yerde "Biz alimleri severiz. Ancak hakkı onlardan daha çok severiz" derken Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz bir çok meselede "Alimlerin çoğu böyle dese de önemli olan şer'i delillere uymaktır" diyerek alimlerin sözlerini reddetmiştir. İşte burada yapılması gereken her iki alimin de "Cehalet Özrü" konusunda kendi inancımıza uygun sözlerini kitaplarından arayarak delil getirmek yerine onların şer'i delillere uyma noktasında gösterdikleri bu hassasiyeti ahlak edinmektir.

Diğer taraftan atılması gereken adımlardan bir tanesi de kim olursa olsun bir alimin herhangi bir konu üzerinde görüşlerini incelerken sadece tek bir parağraf ya da tek bir cümle ile yetinmemek, özellikle çok ciddi ihtilafların yaşandığı "Cehalet Özrü" gibi konularda o alimin konuya dair yapmış olduğu açıklamaları bir bütün içinde değerlendirmek gerekir. Zira alim bazen has bir meseleye ait fetva vermiş olabilir. O fetvasını genele uygulamak mümkün değildir. Bazen de vermiş olduğu fetvası umumidir. Başka yerlerde o fetvasını tahsis eden cümleler kullanmış olabililir. Bu yüzden özellikle ciddi ve önem arzeden meselelerde bir alimin hangi görüşte olduğunu öğrenebilmek, onu kabul ya da reddedebilmek için o alimin konuya dair sözlerini bir bütünlük içerisinde ele almak gerekir. Bu hususa oldukça dikkat çeken Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz özellikle "Cehalet Özrü" meselesinde İbn-i Teymiye'nin bazı sözlerini delil getiren çevrelerin büyük bir hata içinde olduklarını, yapılması gerekenin konuya dair İbn-i Teymiye'nin bütün sözlerini toparlayarak meseleye yaklaşmanın gerektiğini bildirmiş ve şöyle demiştir: "Alimlerin sözleri hepsi bir araya getirilerek incelenmelidir ki, mutlak olanı şarta bağlı olanından, kapalı olanı ayrıntılarıyla açıklanmış olanından ayırt edilebilsin. Alimlerin sözlerinin durumu da şer'i nasların durumu gibidir. Bu alimlerce ittifak edilmiş bir husustur."(Abdulkadir b. Abdulaziz, El’Camiu Fi Taleb’il Ilmu’ş Şerif, 1/464.)

 Ne yazık ki Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz şer'i delillere bağlılık ve alimlerin sözlerinin bir arada değerlendirilmesine oldukça dikkat çekse de bizzat kendisinden delil getirmeye kalkışan çevreler Şeyh'in bu dakik uyarılarını görmezden gelmişlerdir. Ne yazık ki özellikle "Cehalet Özrü" meselesinde sapkın bir yol tutunan bazı çevreler ve bir taraftan konuyu bu alimlerin sözleri ile değerlendirmeye çalışırlarken diğer taraftan da bizzat delil getirdikleri alimlerin temel olarak belirlediği ölçülere dahi riayet etmeyerek ihlassızlık örneği sergilemektedirler.

 Alimlerin sözlerinden hakkıyla istifade edebilmek için dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesi de özellikle muasır meselelerde vakıa farkına, zaman ve mekan değişimine dikkat etmek ve alimin fetvasının illetlerini tespit etmek gerekir. Bu zaruri bir durumdur. Zira alimin verdiği fetvanın kendi koşullarınca bir sebebe dayanması söz konusu olabilir. Ancak aynı koşullar gerçekleşmediği sürece o fetvanın geçerli olması söz konusu değildir.
Bu fıkıh usulünde "Zamanın Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi" başlığı altında uzun uzun incelenmiş, şartları ve sınırları tespit edilmiş bir konudur. Özellikle aynı mezhebe bağlı âlimlerin, kendi mezhep imamlarına dahi birçok konuda muhalefet etmelerinin zaman ve şartların değişmesine, vakıanın farklılaşmasına bağlanması oldukça dikkate değer bir husustur. Bu yüzden özellikle içinde bulunulan vakıanın şartları ile alimlerin kendi vakıaları iyi değerlendirilmelidir. Bu noktada kusur göstermek alimlerin sözlerinden hakkıyla faydalanmanın önündeki en büyük engellerdendir. Ve son olarak alimlerin sözlerinin tahkik edilmesi gerekmektedir. Zira alimler masum değildir. İmam Malik Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'in kabrini işaret ederek "Bu kabirde yatan hariç herkesin sözü alınır da reddedilir de" diyerek bu noktaya işaret etmiştir.
Özellikle burada muasır alimlerimizden faydalanan kimselere şu hususu hatırlatmak isterim. Yer yer bu alimlerimiz Hanbeli mezhebi ve İbn-i Teymiye'nin görüşlerini İslam ümmetinin temel görüşü zannetmekte ve bunu böylece naklederek hata yapmaktadırlar. Örneğin Şeyh Ebu Basir'in "Namaz kılana Müslüman hükmü verileceği hususunda icma vardır" ifadesi bunun en güzel örneklerindendir. Zira Şeyh'in bahsettiği icma Hanbeli mezhebinin icmasıdır. Bunun haricinde diğer üç mezhebin âlimlerince namaz kılmak mutlak olarak İslam alameti olarak kabul edilmemiştir.3

Şeyh Ebu Basir'in bu noktadaki sözleri hakkıyla tahkik edilmediği için bugün birçok kardeşimiz bu konuda icma olduğunu düşünmekte ve kendilerine muhalefet edenleri icmaya muhalefet etmekle suçlamaktadırlar.  Sonuç olarak İslam âlimleri bizlerin her zaman başvurması gereken kimselerdir. Allah (Subhanehu ve Tealâ) bilmediğimiz zaman öğrenmek için bizden daha iyi bilenlere başvurmamızı üzerimize farz kılmıştır. Ancak bunun gelişi güzel, kayıtsız ve şartsız olmaması, belirli şartlar ve sınırlar dahilinde olması gerekmektedir

Şeyh Ebu Muhammed ve Cehalet Özrü Şüphesi 

 "Cehalet Özrü" meselesini en güzel, en sarih bir şekilde izah eden muasır alimlerden bir tanesi Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisî'dir. Her ne kadar bazı çevreler bu noktada Şeyh'e büyük bir iftira atsalar ve kendisine zulmetseler dahi Ebu Muhammed onların bu iftiralarından çok çok uzaktır. Elbette kendisine yapılan zulmün hesabı kendisi ile kendisine zulmedenler arasındadır.

Şeyh Ebu Muhammed el-Makdisî "Cehalet Özrü" konusunu müstakil olarak birçok eserinde ele almış, bütün ayrıntılarını zikretmiş ve yine yazmış olduğu birçok makalede bu konuya yer vermiştir. "Keşfu Şubuhatu-l Mucadiliun an Asakiri-ş Şirk ve Ensaril Kavaniyn"4 isimli eserinde konuyu ele alan Şeyh Ebu Muhammed bu noktada şüpheler getiren İrca ehlinin şüphelerine tek tek cevap vermiştir.

Yine "er-Risaletus Selasiniyye fit Tahzir min Ahtâi-t Tekfir"5 isimli eserinde cehalet özrünü tekfirin engellerinden bir engel saymış ancak konunun ehemmiyetini gayet iyi bildiği için şartlarını ve sınırlarını net bir şekilde belirlemiştir. " Tabsıru-l Ukala bi Telbisati Ehli-t Tecehhum ve İrca"6 isimli eserinde Halebi'ye uzun uzun reddiyeler yazan Şeyh bu noktada da yer yer cehalet özrü konusuna değinmiş bununla birlikte "En-Nuketu-l Levamia fi mulahazati-l Camia"7 eserinde Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz'in bu noktada bazı cümlelerine itiraz getirmiş ve yanlış anlama ihtimalinden dolayı bir çok konuyu tashih etmiştir.

Bundan dolayıdır ki Şeyh Ebu Basir et-Tartusi kendisine itiraz etmiş, bazı konularda tefride gittiğini iddia etmiştir. Buna karşılık Ebu Basir'e bir reddiye yazan Şeyh Ebu Muhammed konu hakkında sözlerini özetlemiş ve Ebu Basir'i oldukça ağır bir üslup ile eleştirmiştir.

Peki tüm bu eserlerinde Şeyh Ebu Muhammed'in görüşleri nelerdir?   Öncelikle şunu açık bir şekilde ifade etmemiz gerekir ki kitabımızın ilk bölümünde "Cehalet Özrü Konusuna Dair Temel Asıllar" başlığı altında zikrettiğimiz esasların hepsini tek tek Şeyh Ebu Muhammed'in de kitaplarında farklı bölümlerde ele aldığını ve bu durumlarda kişinin cehaletinin hiçbir şekilde mazeret olmadığını ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Bu konuda kendileri ile ihtilaf yaşadığımız çevrelerin en çok delil getirdikleri "Tekfirde Hatalardan Sakındırma" kitabının hemen başında konuyu müstakil bir biçimde ele alan Ebu Muhammed cehalet özrünün ancak ilme ulaşma imkanı olmadığı zaman sahibi için bir özür olabileceğini söylemiştir: "Özür veya engel olarak kabul gören cehalet; mükellefin kendisi veya ilim kaynakları ile ilgili bazı sebeplerden dolayı giderme imkanı bulamadığı cehalettir. Ancak öğrenmeye ve cehaleti gidermeye imkân olduğu halde bunu yapmıyorsa mazur görülmez ve gerçekte bilmiyor olsa dahi hükmen biliyor sayılır (yani bilen bir kişinin hükmündedir). Bütün âlimler, öğrenme imkânı bulduğu halde Kur’an’ı öğrenmeyenin özrünün kabul edilemeyeceğinde ittifak etmişlerdir. İhtilaf, sadece buna imkân bulamayan kişinin mazur olup olmayacağı konusundadır. Çünkü Allahu Teala’nın dini yaşı küçük olanlara bile ulaşmış, Allahu Teala’nın Kitabı ve onu açıklayan Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Selem) sünneti herkesin eline geçmiştir. Herkes bunları öğrenme imkanına sahip bulunmaktadır. Bu nedenle Kur’an’ı bilmemenin, öğrenmekten yüz çevirme dışında tutarlı bir gerekçesi yoktur.

Özellikle, sadece Müslümanlar arasında değil, Yahudi ve Hristiyanlar arasında bile bilinen ve yaygınlık kazanan Tevhid konusunda bu mazeret artık geçerli değildir." "Özellikle Allahu Teala’nın ümmete nimet olarak indirdiği ve bugün de Müslümanlar için koruduğu, insanları kendisiyle uyardığı Kur’an-ı Kerim her yerde mevcut iken, dinde zorunlu olarak bilinen, hatta Yahudi ve Hristiyanların bile Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ortadan kaldırması için gönderildiğini bildikleri, açık şirk ve küfür olan meseleleri bilmemek mazeret değildir."

Bununla beraber Şeyh Ebu Muhammed kişinin ilme ulaşmasının mümkün olmadığı durumlarda dahi bazı konularda yine cehaleti sebebi ile özürlü olamayacağını açık bir şekilde beyan etmiştir. Diğer bir ifade ile kişinin ilme ulaşma imkanı olmadığı durumlarda da her cehalet sahibi için mazeret değildir. Kişinin cehaleten özür sahibi olamayacağı iki temel konu tevhidin aslını bozmak ve Allah'a şirk koşmaktır. Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem)'den önce yaşayan ve Allah'a şirk koşan kimselerin cehenneme girdiklerine dair nasları zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Bunlar, kendilerine bir uyarıcı gelmediği halde şirk günahından dolayı mazur sayılmamışlardır. Çünkü apaçık olan şirkten sakındırma konusunda Allahu Teala açık delillerini bildirmiş, bütün peygamberleri ondan sakındırmak ve uyarmak ve yine bütün kitapları da onu yok etmek için göndermiştir. En son kitap olan ve korumasını bizzat Allahu Teala’nın kendisinin tekeffül ettiği Kur’an’ı da, yine bunun için indirmiştir. Bu Kitap’ın indirilmesinden sonra dünyaya gelenlerin şirk günahı konusunda mazur görülmemeleri evleviyatla söz konusudur."8

"Çünkü en büyük şirk, ihsan edilen hak dini bozar niteliktedir ki bu; zahiri manada bir ibadeti Allah’tan başkası için yapmaktır. Bunu yapan, asla cehaletini mazeret olarak gösteremez. Allahu Teala, bu kişiye Tevhid hakkında birçok açıdan açık hüccetini ikame etmiştir."9

"Açık olan büyük şirk konusunda ise, Allahu Teala açık hüccetini ikame etmiştir. Cahilin bu konudaki mazereti kabul edilmez, çünkü onun bilgisizliği ve durumu, ancak dinden ve kendisi için yaratılmış olduğu en önemli şeyi öğrenmekten yüz çevirmesi sebebiyledir. Bu konudaki cehaleti, kendisine hüccetin ikame edilmemiş olmasından dolayı değildir."10

"Buna rağmen Allah’ın dininden bazı isim ve sıfatlar dışında hiçbir şey bilmeyen bazıları; Allah’ın kulları üzerindeki hakkı ve bütün peygamberlerin onun için gönderildiği, bütün kitapların onun için indirildiği ve bütün hüccetlerin onu ihtiva ettiği Tevhid konusunda hüccet ikamesini gerekli görmektedirler. Bunlar, ayetleri mevzuları dışında ele alarak bu meseleler üzerine şüphelerini bina etmektedirler."11

Allah'a şirk koşan bir kimsenin cehaletinin kendisi için bir özür teşkil etmeyeceğini sarih bir şekilde ve defalarca vurgulayan Şeyh Ebu Muhammed aynı konuya teşri noktasında itaatin, itaat edilen merciye ibadet olduğuna dair yaptığı izahlarda da değinmiştir. "Biz Kimiz? Suçumuz Ne?" isimli makalesinde haram ve helal kılma noktasında yöneticilerine itaat eden kimlerin Allah'a şirk koştuklarını, idarecilerine ibadet ettiklerini ve bu tavırlarıyla onları rab edindiklerini söyleyen Şeyh, Tevbe Suresi'nin 31. ayetinin tefsiri saadetinde zikredilen Adiy b. Hatem kıssasını konuya dair delil getirmiş ve şöyle demiştir:
"Büyük önem arzeden bu konu üzerinde cehalet asla mazeret değildir ve sahibi için özür teşkil etmez. Zira bu konu dinin aslına tealluk eden bir konudur. Allah’ı ibadette birleme… Uluhiyet tevhidi… Bütün resuller insanları ancak ulûhiyet tevhidine davet etmişler ve ona muhalefet etmekten sakındırmışlardır. Nitekim yukarıda verdiğimiz hadiste de bu noktada cehaletin mazeret olmadığı görülmektedir. Ne Adiy bin Hatem (radıyallahu anhu) ne de diğer Hıristiyanların kanun koyma noktasında din adamlarına itaat etmenin Allah’tan başkasına ibadet ve şirk olduğunu bilmemelerine rağmen bu onların tekfir edilmelerine ve müşriklerden olmalarına bir engel teşkil etmedi. Bu insanın fıtratında olan bir şey olduğu için nasıl mazur görülebilir. Yaradan, rızık veren, yediren ve içeren O’dur. Ve ibadetin her türünü sadece O’na has kılmak gerekir. Yaratılış ve rızıkta ona şirk koşmak caiz olmadığı gibi teşri noktasında, hüküm ve emirde de ona eş koşmak asla caiz değildir.  “Dikkat edin! Yaratmak da emretmek de sadece O’na mahsustur.”  (7, Araf/54)

Allahu Tealâ bütün kitapları ve bütün elçileri bu uğurda göndermiştir.  “Andolsun ki, biz her ümmete: -Allah'a kulluk (ibadet) edin ve tağuttan kaçının- (diye tebliğ etmesi için) bir resul gönderdik.” (16, Nahl/36) Ancak insanların çoğu dünya hayatını ahirete tercih etmişler ve hidayetten uzaklaşmışlardır. Bu yüzden onlardan herhangi birini böylesi bir şirke karşı uyardığın zaman yanlışında ısrar eder ve boş delillerle kendisini savunmaya çalışır. “La ilahe illallah deyip namaz kılan ve oruç tutan kişileri nasıl tekfir edersiniz” diyerek sizinle mücadele ederler. Hâlbuki bilmezler ki bu ayetler namaz kılan, oruç tutan ve diğer ibadetlerde bulunan kimseler hakkında nazil olmuştur. Ancak onlar kanun koyma, yasa çıkarma yetkisini alimlerine, hükümetlerine vermişler, yöneticilerinin koydukları kanunlara ve yasalara itaat etmişlerdir. Bundan dolayı da kıldıkları namaz, tuttukları oruç ve diğer ibadetleri kendilerine hiçbir fayda sağlamamıştır." Konuya dair bir başka nokta ise kendisine hüccet ikamesi yapılamayan kimselerin müşrik olup olmayacaklarıdır.

Bu konuya da bir çok eserinde değinen Ebu Muhammed, "el-Cami…" isimli eserinde "Dünyada ve ahirette ceza ancak risalet hüccetinden sonradır" diyen Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz'in bu sözüne karşılık şunları yazmıştır: "Bu görüş; mutlak bir görüş olup üzerinde durulması gerekir. Asıl olan bu durumun, ancak risalet hücceti (elçinin gelmesi) yolu ile bilinecek meselelerde olmasıdır. Çünkü Allah Subhanehu ve Teala, tevhid hakkında açık olarak ortaya delil koymuştur. Kim tevhidin aslını gerçekleştirmez ve onu bozup şirk üzere ölürse, ahirette şüphesiz cezalandırılacaktır. Bu görüşü birçok delil destekler. Bu açıkça, tevhidin aslına zıt hareket eden kimselerin ve şirk üzere ölenlerin, her ne kadar kendilerine uyarıcı gelmediyse de, cezalandırılacaklarına dair bir delil teşkil etmektedir. Çünkü tevhidin aslı fıtratta vardır. Allah'ın tüm hüccetleri bunu sağlamak içindir, rasuller bunu gerçekleştirmek için gönderilir,  kitaplar da sadece onu anlatmak için indirilir. Bu konudaki nasslar ile şu isbatlanır ki; birtakım kimseler, kendilerine mahsus bir rasul gelmediği halde, Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı olan tevhidi gerçekleştirmemeleri ve büyük şirk üzere ölmeleri sebebi ile ahirette azaba uğrayacaktır. Çünkü tevhid, bütün peygamberlerin onun için gönderildiği, bütün kitapların onun için indirildiği ve bütün şeriatlerin tevatürle bildirdiği bir esastır."12

Ve son olarak tekfirin kaideleri noktasında kişinin işlediği şirk ve küfür fiilini kast etmesi noktasında hatalı bir anlayışa dikkat çeken ebu Muhammed şöyle demektedir: "Kişinin yaptığının, kendisini küfre soktuğunu bilmesi her zaman şart değildir. Alimler bunu müslüman olan ancak bazı incelikli ve derin meselelerde veya ancak risalet hüccetiyle bilinebilinecek ve açıklamaya muhtaç durumlarda hata eden kimse hakkında şart koşmuşlardır. Zira Allah Subhanehu ve Teala, Kuran’da kafirlerin çoğundan bahsederken ve onların kafirliklerini anlatırken, bunların aslında kendilerini doğru yolda olanlardan saydıklarını haber verir. Kendilerinin ıslah edici olduklarını söylerler ve derler ki: “Biz sadece iyilik ve başarı diledik.” Ancak Rabbimiz Subhanehu ve Teala aslında bunların çoğunun bilmediklerini ve cahil olduklarını bildirir:  “De ki: Amel olarak en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin muhakkak iyi yaptıklarını zannederler.” (18, Kehf/103-104)

Allah Subhanehu ve Teala Tebük Gazvesi’nde Kur’an okuyucularıyla alay edenleri, kafir olarak zikretmiştir. Kendilerini küfre sokacak kelimeleri telaffuz ettikleri için bu kelimeler onları küfre sokmuş, onlar özür dileyip kesinlikle bununla küfrü kasdetmediklerini, böyle bir şeyi asla düşünmediklerini ve bu sözlerinin küfür sözleri olduğunu bilmediklerini, öylesine oyun, eğlence olsun, mizah olsun diye söylediklerini beyan etmelerine rağmen, tüm bu özür beyan eden açıklamalar onlara fayda sağlamamış ve kabul görmemiştir.
Buna dair deliller çoktur. İnsanın yaptığı şeyin kendisini küfre soktuğunu bilmesi şartı yoktur. Ancak yaptığı ameli veya sözü kendi kastederek ve bilerek yapmış veya söylemiş olması ittifakla şarttır."13

Sonuç olarak Şeyh Ebu Muhammed'in "Cehalet Özrü" konusunda izahları yukarıdadır. Sözü fazla uzatmanın da anlamı yoktur. Bu izahlardan sonra kim hala Şeyh'in Allah'a açık bir şekilde şirk koşan kimsenin cehaletini mazeret gördüğünü ve kendisine hüccet ikamesi yapılmaksızın tekfir edilmeyeceğini iddia ederse Şeyhul İslam İbn-i Teymiye (Rahimehullah)'ın ifadesiyle "Ya cahil bir ahmaktır ya da hain bir münafıktır."

Soru: Şeyh Ebu Muhammed parlamento seçimlerine katılan kimselerin tekfir edilemeyeceğini, bunların cahil olduklarını, bu kimselerin ancak cehaletlerini giderme adına kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra inat etmeleri halinde tekfir edilebileceklerini söylemektedir. Bu görüşü ile yukarıda verilen sözleri arasında bir tenakuz var mıdır?

Cevap: Bu konu, üzerinde özellikle durmamız gereken bir konudur. Zira özellikle "Cehalet Özrü" meselesinde ihtilaf ettiğimiz çevreler Şeyh'in bu konuda söylediklerini istismar ederek ve hatta aynı konuda söylediği bir çok sözü göz ardı ederek büyük bir iki yüzlülük örneği sergilemektedir. Konuya geçmeden önce bir hatırlatma yapmakta fayda vardır. Bilinmesi gerekir ki bir konu hakkında şer'i hükmü bilmemek farklıdır, aynı konu hakkıda vakıa ve hadiseleri bilmemek farklıdır.

Konuya dair Abdulkerim Zeydan "el-Veciz Fi Usulil Fıkh" isimli eserinde "Mir'atil Vusul"14 şerhinden şunları aktarmaktadır: "Yine aynı şekilde bir konu hakkında vakıanın ve cereyan eden hadiselerin bilinmemesi de özür olarak kabul edilmiştir. Süt akrabalığı sebebi ile kendisine haram olan bir kadınla evlenilmesi yine şarap haline geldiği bilinmeksizin üzüm suyunun içilmesi bunun örneklerindendir. Böylesi bir durumda sahibine ceza verilmez. Vekilin müvekkili tarafından azlolunduğunu bilmemesi de bu şekildedir. Bundan dolayı vekil olan bir kimsenin müvekkili tarafından azlolunduğunu bilmeden yaptığı bütün tasarruflar uygulanır."15

Abdulkerim Zeydan'ın bu ifadeleri dikkatle incelenmelidir. Zira kendisi bu cümlelerinin hemen üzerindeki parağrafta Kur'an ve sünnetin açık nassı olduğu bir meselede ya da hakkında icma olunan bir konuda cehaletin sahibi için bir özür teşkil etmediğini söylemektedir. Halbuki süt akrabalığı bulunan bir kimse ile evlenmenin haram olduğu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. İşte buradaki ince nokta süt akrabalığı bulunan bir kimse ile evlenmenin haram olduğunu bilmemek farklı, evlenilecek kişinin süt akrabası olduğunun bilinmemesi farklı bir durumdur.

Birincisi hükmü bilmemektir ki bu noktada cehalet mazeret değildir.
İkincisi ise vakıayı ve hadiseyi bilmemektir ki bu hususta cehalet mazerettir.

Şeyh Ebu Muhammed'in parlamento seçimleri noktasında söyledikleri de bundan farklı değildir. Öncelikle o insanların çoğunun gerek parlamento seçimleri gerekse belediye seçimleri noktasında vakıadan ve olaylardan haberdar olmadıklarını söylemektedir: "Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir. Çünkü çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği, meyhane ve genelevi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir."16 "Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan söz ve fiiller hakkında gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor veya anlamıyorsa ve seçtiği kişiyi sadece köyüne, kasabasına, mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir. Bu seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasalarını çıkarmaları maksadı ile seçmiş değildir."17 "Çünkü işler ve durumların birbirine karışmış olması, demokrasi ve parlamento gibi terimlerin yabancı terimler olup mahiyetinin birçok kişi tarafından bilinmemesi, birtakım insanların, hakikatını bilmedikleri bu tür işlere girişmesine sebep olmuştur. Bu, anlamını bilmediği bir sözü söyleyen veya işi yapan kişi kabilindendir. Alimler, anlamını bilmediği ve kendisine hüccet ikame edilmediği sürece, böylelerinin sorumlu olmadıklarını söylemektedir."18 Şeyh'in yukarıda sözleri dikkatli bir şekilde incelendiği takdirde görülür ki, kendisi vakıadan habersiz olan kimselerin bilmedikleri bir olaya bulaşmaları durumunda ancak durumdan haberdar edilmelerinden sonra tekfir edilebileceklerini söylemektedir. Nitekim konuya dair getirmiş olduğu delillerde hep bu minvaldedir. Bu noktada Ahzab Suresi'nin 5. ayetini delil getiren Şeyh konuyu bütünüyle "İntifaul Kast" (irade ve istemdışı hareket) kapsamında değerlendirmekte ve bilmediği bir dilde küfür sözü kullanan kimsenin tekfir edilmeyeceğini söylemekte ve konuya dair bir başka delil olarak çölde devesini kaybeden adamın devesini bulduktan sonra aşırı heyecandan Allah'a "Sen benim kulumsun ben de senin rabbinim" diye dua eden kimsenin durumunu delil göstermektedir.
Şeyh'in getirmiş olduğu tüm bu deliller aslında meseleyi çok güzel bir tarzda izah etmektedir. Gerçi (Allah kendisine rahmet etsin ve fıkhını genişletsin) Ebu Muhammed'in bizzat kendisi konuya dair söylediklerinin ne şekilde istismar edilebileceğini çok iyi bildiği için aynı konuyu ele aldığı sayfalarında defalarca uyarıda bulunmuş ve sözlerinin yanlış yerlere çekilmemesini istemiştir. Bundan dolayı kendisi şu uyarılarda bulunmuştur: "Biz, kişinin kastının söylediği sözlerde ve işlediği fiillerde önemli olduğunu sözlerken, Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının küfre götüren söz ve fiillerde bile, kişinin itikadını ve helali haram kılmasını şart koşmaları gibi bir şartı koşmuyoruz. Kişinin, söylediklerinde veya işlediklerinde kafir olmayı kastetmesi gerektiğini de söylemiyoruz. Küfre girenler arasında zaten böyle bir kastı olan neredeyse yok gibidir."19 "Tekrar belirtmek isteriz ki, anayasaya yemin etmek, ona ve kanunlarına saygılı olmak ve anayasaya uygun kanunlar yapmak gibi bizzat küfür olan işler için parlamenterleri seçen kişileri cehaletlerinden dolayı mazur görmüyoruz. Bu konuda cehalet özrü muteber değildir. Çünkü bu, bütün peygamberlerin gönderiliş amacı olan Tevhid ilkesine açık bir küfürdür. Bunu bilmemek, öğrenme imkanı ve kolaylığı bulunduğu halde dinin temeli olan bir şeyi öğrenmeyi reddetmek demektir. Kaldı ki aklı başında bir insanın yasama hakkının Allahu Teala’nın hakkı olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Özellikle tağutların kendi ve parlamentolarının hakkı olarak gördükleri ve genel olarak bütün din ve dünya işlerini kapsayan yasama konusundan insanın habersiz olması sözkonusu değildir."20 "Kim kendi yerine birini seçip, oy verir, vekil kılarsa ve (seçtiği kişinin) görevinin asli itibariyle yasa çıkarmak, küfrün anayasası olan kanunları koruyacağını, kafirlere ve tağutlara yardım ve hizmet edeceğini, yaptığı bütün işlerin anayasaya uygun olacağına dair yemin edeceğini bildiği halde bunu yaparsa, o kafirdir. Her ne kadar kanun çıkarmanın ve ona itaat etmenin küfür olduğunu bilmese de, kişiyi küfre götüren bu işleri kastettiği sürece, bu böyledir."21 "Sonuç olarak, biz bunları kanun koyucular olarak seçmenin ve yasalarında onlara itaat etmenin küfür olduğunu bilmeyişlerini özür olarak görmüyoruz. Ya da küfrü ve İslam milletinden çıkmayı kasdetmediği sürece kafir olmaz, İslamdan çıkmaz diyenlerin sözlerini de özür olarak kabul etmiyoruz. Bilakis onların özrü, bizzat  küfre sokan ameli değil, başka bir şeyi kasdetmeleridir. Bu da parlamentonun durumunu, konumunu ve hakikatinin ne olduğunu bilmemeleri sebebiyledir. Bunların durumu yabancı (Arapça bilmeyen) birinin küfür kelimesini, içerdiği manasını bilmeden kullanması gibidir." Sonuç olarak Şeyh Ebu Muhammed bir kimseye teşri yetkisi vermenin hükmüne dair cehalet ile yetki verilen kimsenin teşride bulunup bulunmadığı noktasındaki cehaleti bir tutmamakta, Allah'tan başkasına teşri yetkisi vermenin bizzat şirk olduğunu ve bu noktada cehaletin mazeret olmadığını söylemekte ancak kendisine yetki verilen kimselerin teşride bulunduğunu bilmemenin sahibi için bir özür teşkil edeceğini belirtmektedir. Şayet günümüz Türkiye şartlarında seçimlere katılarak kendisi gibi insanlara yönetme yetkisini veren ancak bu insanların teşride bulunduğundan, Allah'ın haram kıldığı zina, faiz, içki gibi amelleri serbest bıraktıklarından, kanun ve yasa çıkararak Allah'ın hükümlerini uygulamadıklarından habersiz olduğunu iddia eden birileri varsa o zaman biz bu kimselere meselenin aslını anlatırız. Bunun dışında ise seçimlere katılan kimselerin cehaletleri sebebi ile mazeretli olduklarını iddia eden ve bu iddialarını da Şeyh Ebu Muhammed'e nispet eden kimselerin öncelikle bu değerli âlime iftira ettiklerini ve akabinde de batıla hak elbisesi giydirerek batılı hak gibi göstermeye çalıştıklarını söyleriz ve kendilerini tevbe etmeye davet ederiz. Hiç şüphesiz Allah en doğrusunu bilendir.

3 Konuya dair geniş bilgi almak isteyen okuyucularımıza "İslam Alametleri ve Namaz" isimli makalemizi okumalarını öneririz.
4 Muasır Mürcie’nin ortaya attığı şüphelere dair yazılmış bir kitaptır. Tercümesi internet ortamında mevcuttur.
5 Tekfirde aşırılıktan sakındırmaya dair yazılmış bir eserdir. Tercümesi internet ortamında mevcuttur. Özellikle "Cehalet Özrü" meselesinde ihtilaf içinde olduğumuz kesimlerin tek kaynaklarıdır.
6 Günümüz tağutlarının küfrüne İslam elbisesi giydirme adına bütün ömrünü vakfeden Ali Halebi’nin “et-Tahzir min Fitneti-t Tekfir” isimli kitabına reddiyedir
7 Şeyh Abdulkadir b. Abdulaziz’in “El-Camiu Fi Talebil İlmiş Şerif" isimli eserinin bazı bölümlerine yapılmış mulahazalardır.
8 Keşfuş Şubuhatil Mücadiliyn Tercümesi.
9 A.g.e.
10 A.g.e.
11 A.g.e.
12 "En-Nuketu-l Levamia…" isimli eserin tercümesinden.
13 "En-Nuketu-l Levamia…" isimli eserin tercümesinden
14 Mir'atil Vusul 2/452.
15 El-Veciz Fi Usulul Fıkh, sy:89.
16 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden.
17 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden
18 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden.                                                         19 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden.                                                         20 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden.                                                         21 Tekfirde Hatalardan Sakındırma isimli eserinin tercümesinden.
Murat Gezenler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder